25 Ocak 2017, Çarşamba günü, saat 13.00’te, Avrupa Konsey binasının 9 no’lu odasında ‘Türkiye: Demokrasiyi yeniden inşa etmek mi, diktatörlüğü yeniden keşfetmek mi?’ başlıklı kısa ama etkili bir bilgilendirme - basın konferansı vardı. Daha çok bilgilendirme içerikli olan bu konferans, AKPM’nin Birleşik Avrupa Sol (GUE) grubu tarafından himaye edilmişti. HDP milletvekili, Ertuğrul Kürkçü’nin moderatörlüğünü yaptığı toplantıya konuşmacı olarak, AİHM eski Başkanı, Jean Paul Costa, AİHM eski yargıçlarından, Rıza Türmen ve yine HDP milletvekillerinden, akademisyen, Prof Dr Mithat Sancar katılıyorladı.
Basın-medya temsilcileri ve farklı ülkelerin milletvekillerinin, hayli genişçapta katıldıkları bu toplantıda, Ertuğrul Kürkçü’nün açılış konuşmasından sonra, Sayın Rıza Türmen, yılların tecrübesiyle, okurlarımızın çoğunun bildiği, nedenleri tek-tek sayıp, söz konusu Anayasa’nın asla kabul edilebilir olmadığını anlatmaya çalıştı... Yeni bir Anayasa, özgürlük sınırlarını çok daha genişletmek, kişi ve toplu haklarının daha da çoğaltmak ve kuvvetler ayrılığını çok daha belirgin etmek için yaratılır. Ancak bu Anayasa’da (örnekler vererek) özgürlük sınırları daha da daraltılıyor, kişi ve toplu hakları daha da kısıtlanıyor ve kuvvetler ayrılığı yerine kuvvetlerin tersine bir tek şahız üzerinde yoğunlaşması öngörülüyor, diyordu... Yine OHAL şartlarında yapılan bir refrandum, ancak (Fransızca ‘bozma’ anlamında Travestir fiilinden yararlanarak) travesti referandum olur. Refrandum öncesi, Avrupa Konseyi’nde Türkiye’ye özgü bir olağanüstü görüşme toplantısı yapılması, ister istemez Türkiye’nin kendisine daha bir çeki düzen vermesini sağlayacaktı ama ne ilginçtir ki, ülkelerin Avrupa kriterlerine göre hareket etmelerini sıkı bir şekilde denetlemesi, kendi varlık nedeni olan, Avrupa Konseyi’nin kendisi bu amaçlı bir görüşmeyi yapmayı reddetmiştir... diyordu.
Mithat Sancar ise Türkiye’nin mevcut durumunun değerlendirilmesi, Avrupa Konseyi gibi bir yerde-geçici de olsa, ertelenmiş de olsa vakıa odur ki-reddedildi. Üstelik bunu yaparken, Türkiye’nin son siyasi-sosyal çalkantılar nedeniyle alınan bazı tedbirler sürecinde doğmuş mağduriyetlere itiraz edebilmek için bir hukuki yol açan yeni bir KHK (Kanun Hükmünde Kararname) kabul etmiş olduğunu bir iyi niyet adımı olarak gösteriliyordu. Şimdi size bu KHK’nın öyle zannedildiği gibi, iyiniyet göstergesi ve hiç yararı olmadığını ve dolayısıyla bunu gerekçe göstererek, denetimden uzak tutulmasını sağlayacak bir unsur olmadığını açıklamaya çalışacağım. Bu bir reform değildir. 658 sayılı OHAL için başvuru yolu kapalıydı, bir yol açıldı deniyor. Mağdur olanların şikâyetlerini dinlemek, inelemek üzere 7 kişiden oluşan bir komisyon 2 yıl boyunca çalışacak. Mağdurlar, şikayet etmelerine neden olan olayı yaşadıktan bir ay kadar içinde komisyoına başvurabilecekler. Karar her ne kadar 60 gün içinde verilmesi gerekiyorsa, bağlayıcılığı bulunmuyor, kararın bağlanması iki yıla kadar uzayabilecek. Bu gibi davalar için sadece 2 veya 3 mahkeme bakabilecek; resmi olmayan rakamlara göre 100 bni aşkın davanın gelmesi bekleniyor. Ankara’daki şartları da bildiğimize göre bu 100 bin davanın 2 veya 3 mahkemenin, ne zaman ve nasıl bakabilecekleri malumunuzdur dedikten sonra, Sancar meselenin asıl can alıcı noktasına değindi. Sayın arkadaşlar belli ki, başkentlerde belli pazarlıklar yapıldı... Önce de pazarlık yapılmış, Ortadoğu’dan gelen milyonlarca insandan ibaret bir göç dalgasını, Avrupa’nın lehine, engel olması, set çekmesi karşılığında Türkiye’deki insan hakları ihlâllerine göz yumulmuştu. Oldu da ne oldu, şimdi üzerinde olduğumuz Fransa’da toplum resmen sarsıldı ve sardılmaya devam ediyor, Cumhurbaşkanı bir daha aday olmayacağını söylemek zorunda kaldı. Etkileri hala sürüyor. Şimdi ise, ne karşılığında, ne pahasına bir pazarlık yapıldı, şimdilik bilemiyoruz ama söyleyebileceğimiz şey, bazı Avrupalı siyasiler yine çok kötü bir şey yaptılar. Bu, asla bir tehdit olarak algılanmasın ama her şeyden önce kendi halklarına, kendi toplumlarına, kendi ülkelerine pahalı bedeller ödetecek, çok yanlış bir adım attılar, benzeri pazarlıklara girerek. Bunun karşılığında, önerimiz şudur DEMOKRATİK ENTERNASYONAL kurulsun ve HDP olarak biz de bunun içinde desteğimizle yerimizi alırız diye sözlerini bitirdi.
Son konuşmacı, sadece eski görevi nedeni ve salt Fransa’da değil; uluslararası camiada İnsan Hakları konusunda saygın bir hukukçu olan, Sayın Jean Paul Costa aldı sazı eline...
Önce, sadece eski mesai arkadaşım değil, aynı zamanda eski bir dostum da olan, Sayın Rıza Türmen’i de burada görmüş olmaktan memnuniyetimi belirtmek isterim. Son yıllarda Türkiye’den olumlu işaetler alıyorduk. Gerek Türkiye halkının, gerekse bizlerin DGM’ler zamanında ne kadar başımızın ağrdığını hatırlayın. Türkiye halkı mağdur olmaktan, bizler de sevdiğimiz bu ülkeye karşı cezai yaptırımlar uygulamak zorunda olduğumuzu biliyorum. DGM’ler nihayet kaldırıldı. Askeri hukuk sistemi... İnsan Hakları Mahkemesi’ne şahsen başvuru hakkı olmadığı zamanları hatırlayın. Müthiş ilerlelemler oldu ancak... bir süredir aniden değişen çok şey, hepimizi sadece üzmüyor, aynı zamanda endişelendiriyor da... DEMOKRATİK ENTERNASYONAL kurma önerisini duydum; bence fena fikir değil, ama TERÖRİZM ENTERNASYONAL fiili olarak kurulmuş, eylemlerini gerçekleştiriyor bile. ABD’de de mesela Başbakanlık makamı kaldırılmıştır; bunu şunun için söylüyorum, sadece bu makamı kaldırdığı için bir Anayasa anti demokratik sayılamaz. Ama dikkatinizi çekmek istediğim husus odur ki, ABD veya başkanlık sistemin olduğu ülkelerde başkanlar öyle zannedildiği gibi her istediklerini yapamazlar. Başlarında Demokles Kılıcı gibi, son derece hassas bir denetim mekanizması var. Türkiye örneğinde ise, bırakın mekanizmasını, tüm güçlerin tek bir elde toplanmması gibi, demokraside göremeyeceğimiz bir durum var. Bu Güçlerin Tekelleşmesi demektir diyerek, alkış tufanına mazhar olarak sözlerini bitirdi.
Soru cevap faslında ise, Sayın Rıza Türmen ve Sayın Jean Paul Costa’ya şu soruyu sorduk:
Soğuk Savaş’ta NATO-ABD çıkarları için, onca yıl Türkiye’nin insan hakları ihlâllerine göz yumuldu. SSCB yıkılınca, süper güçlerin rekabeti bitti; artık AB - Avrupa kriterlerinin siyasal alana giriş yapmalarıyla, Türkiye ve benzeri ülkelerde, insan hakları ihlâlleri daha bir merceğe nihayet alınacağı zannedildi. Geldiğimiz noktada, bu sefer başka pazarlıklarla yine İnsan hakları ihlâlleri göz ardı ediliyor, hem de insan hakları bekçiliği yapma idiasında olan Avrupa tarafından. Önce kendilerini demokrtat diye tanımlamayanlar Avrupa’ya karşıydı, şimdi de acaba kendilerini demokrat tanımlayanlar mı Avrupa’ya karşı çıkacaklar, ne oldu roller mi değişti?
Gerek Sayın Türmen ve gerekse Sayın Costa, uzun-uzun söylemlerimiz ve endişelerimizde ne kadar haklı olsak da, Avrupa Konseyi’nin demokrasi ve insan hakları açısından son kale konumunda olduğunu; nasıl ki bir tek Fransa, bir tek Rusya, bir tek Türkiye yoksa, bir tek Avrupa ve bir tek Avrupa Birliği veya bir tek Avrupa Konseyi de olmadığını vurguladılar... Nasıl bir o Türkiye, o Fransa, o Rusya ve o Avrupa içinde farklı güçler rekabet halindeler ise, Avrupa Konseyi’nde de demokrasi yanlılarının etkin olmaları için mücadele edilmesi gerekiyor, başka yolu yok diyorlardı. Asıl, bunu istiyorlar, yılıp uzaklaşmamızı istiyorlar, oysa burayı da terk ettiğimiz zaman, başka zemin yok diyorlar ve pazarlıklar konusunda ise Sayın Costa 18 Yy’da Bismarck’ın ilk defa Real politik kavramından söz ettiğini hatırlattı ve Sayın Tüzmen de iki sebebi var, 1) Popülist siyasetler 2) Real Politik dediler. Sadece mülteciler için değil, aynı batının çıkartmış olduğu, sebep olduğu Suriye Savaşı’nda da Türkiye (bize sorarsanız tam da hiç haddi değilken, fantezilere kanıp hayaller peşinde koşması yüzünden) belirleyici bir rol oynama durumuna düştü ve yine Avrupa lehine bir kalkan konumuna geldi diye fikirlerini noktaladılar. Sonradan, Sayın Rıza Türmen ile T24’te sütun arkadaşı olarak, sohbet etme imkânımız da oldu...
Avrupa Konseyi labirentleri, koridorları ve dehlizlerinde dolaşmaya devam...