Cumhuriyet düşmanı diyoruz…
Evet, resmen düşman ilan ediyoruz insanları…
Her ay, her hafta, her gün hatta birkaç saatte bir gündemi değişen; Türkiye Cumhuriyeti diye hepimizin ortak paydaları olan bu devletin kuruluşundan bugüne hiç ama hiç görmeye, duymaya, yaşamaya alışkın olmadığımız olayları gördüğümüz, duyduğumuz ve yaşadığımız için böyle diyoruz…
Çocukluğumuzdan, babamızın - annemizin çocukluğumuzdan hatta ebeveynimizden hep ama hep aynı şeyleri mutlak doğru bildiğimiz ve hiçbir zaman yahu belki başka doğrular da var diye düşünmek zahmetine katlanmak istemediğimiz için, en ufak farklı bir şey yaşandığında, kolayca çıkarabiliyoruz ağzımızdan…
Düşmanı bilmem ama 70 milyon aşkın nüfusuyla bu güzel ülkemizin insanlarının sırılsıklam âşık olduklarını söyleyemeyiz bu evet bu Cumhuriyet’e yani Cumhuriyet’in bu haline…
Âşık olunacak bir şey olsaydı zaten, 1923’ten 2013’e daha hala, sevmiyorsun - seviyorum hatta düşmansın - değilim muhabbeti doğmazdı bu Cumhuriyet için…
Demek, bir sorun var…
Demek ki sorunlu bir Cumhuriyet bizimkisi…
Bir yanlışlık var demek ki…
Sevan Nişanyan hocamızın dediği gibi yanlış bir Cumhuriyet bu öyleyse…
Yoksa bugün bu durumda olduğumuz başka türlü açıklanamaz…
Sakın Cumhuriyet karşıtları ve karşı devrimciler yüzünden böyle oldu filan demeyin…
Zira inançlıysanız, yukarıya bakın, size El İnsaf Ya hu diye bakan var…
Ha yok ateist ya da laik diye kendinizi tanımlayacaksanız, iyi tamam, elinize yüreğinizin üstüne koyun, vicdanınız sizi fısıldayacaktır (Sait Faik’e selam) hışşt dürüst ol diye…
Neden mi?
Adama sorarlar, senin elin armut mu topluyordu, sen ne yaptın?
Diye…
90 yıldır bir şey yapamamışsan, bağışla ama demek ki sende bir yanlışlık var derler insana…
Ne Fransa, ne Almanya, ne İtalya, ne Rusya, ne Japonya ve ne de ABD’de toplumun bir kısmı diğer kısmı oluşturanlara siz (o ülkenin) Cumhuriyeti (uygulamasını) sevmiyorsunuz derecesine varan yani biraz ölçüsüz intibası uyandıran suçlamalar yapmıyor…
Bir zamanlar, ülkenin güney doğusundan bir kadın, yaşlı, gencin Türkçe konuşamadığını öğrendiğimizde; Ay nasıl olur, bu ne cahillik, şimdiye kadar Türkçe öğrenememişler diye, Çetin Altan üstadımın dediği gibi kırık bir dudak büküşüyle şikâyet edenler olurdu…
Cumhuriyet’in onların ana dilini değil, Türkçeyi neden öğretememiş olduğunu sorgulamadan.
Ülkenin batısında olanlar, doğusu ve güney doğusunda bulunan gerçekliliğin farkında pek olmadıkları gibi, farkında olmak da istemezlerdi doğrusu…
Eski İstanbullu geçinenlerin, daha bir kuşak öncesi Anadolu’nun şu / bu kazasından gelmiş olduğu hakikatini; doğal duruşlarıyla itiraf eden aniden köyden evlerine/ şehre gelmiş akrabalarını, evin hangi odasına gizleyeceklerini bilmeyen sahte şehirliler gibi…
Köyden gelip, evin köşesine yerleşmiş o köylü akraba, o güne dek etrafına caka yapmış sahte şehirlinin inşa etmiş olduğu imajı, iskambil kâğıdından bir şato gibi paramparça yıkardı.
İşte tam da onun için… Köydeki akraba hep köyde kalmalıydı; boşuna dememişlerdi köylü köyüne, evli evine… diye
Sermayenin Türkleştirilmesi adına, 19 - 20 Yy aydınlanmacılığın taşıyıcısı olmuş, İslam dışı, kültür ve kimliğe ait ama buram-buram ve asri Anadolulu insanlar saf dışı edilip, ülkeden kaçırtılınca hazıra konan sahte şehirliler, işin içinden çıkamadılar…
Nasıl çıkacaklardı ki?
Hazıra konarak, var olanı gasp - işgal ederek, esnaflık, zanaatkârlık, tüccarlık, sanayicilik, özel sektör işletmeciliği ve idareciliği yürütmek kabil değildi; zira bunları yapabilmek için yüzyıllara dayanan, kuşaktan kuşağa geçen, bir tür genlere geçmiş birikimler gerekliydi.
Ülkedeki insan eksenli emek-sermaye ilişkisindeki bu ciddi sorunu kavrayan Turgut Özal, önce yurt dışındaki eski vatandaşların torunlarını ülkeye davet etmeye kalktı; derhal bunun zamanı olmadığını hatırlattılar uygun bir dille; Kürt sorununu halletmek istedi, yine erken olduğunu hatırlattılar. O da, o zamana dek horlanmış köylü akrabaları uyandırmak istedi…
Başardı da ve işte doğdu Anadolu kaplanları…
Onlar da, eh müsaadenizle kendi inançları, kültürel-sosyal kodları, alışkanlık, gelenekleriyle geleceklerdi şehirler, adalar, lüks lokantalar, üniversiteler, sosyal-spor kulüplerimize hatta sinema - dizilerin ana temalarını işgal ederek ta evimize, odalarımıza kadar TV aracılığıyla…
Öyle de oldu…
Ama ne oldu biliyor musunuz?
Sermayeyi Türkleştirmek (!) adına kendi vatanlarından - dağdan gelmiş bağdakini kovarca - hoyratça sürdüğünüz insanlar ve bizler arasında ne kadar ortak kültürel kodlar, alışkanlıklar ve geleneklerimizin olduğunun daha yeni farkına varıyoruz…
Kendimize bile itiraf edemediğimiz bir gerçek bu…
Birbirimizin kulağına eğilerek sana bir şey söyleyeyim mi canikom, kusura bakma ama Allah inandırsın diye başladığımız cümlelerde saklı sanki bu duygu…
Şimdi Paris’te, Erivan’da, Atina’da, Los Angelos’ta olan ………………arkadaşlarımızla ne güzel anlaşırdık değil miiiiii? Ayol, aynı bizdik onlarla; biz onları, onlar bizi ne güzel anlardık. Aynı dili konuşurduk (mevzubahis olan lisan olmadığı anlaşılıyor herhalde) şimdi kimseyle anlaşamıyorum hayatım, bunlarla hiç ama hiç uyuşamıyorum, ay kusuruma bakmasınlar… yakınmalarınız aslında ne kadar açık ve net anlatıyor durumu?
Ama nafile…
Artık geçmiş olsun…
Nereden çıktı bu insanlar diye hayıflanmak yerine, Türkiye’nin yeni dokusunu oluşturan bu insan malzemesiyle barışık yaşamak gerek…
Türkiye’mizde artık yeni trend, şehirlerimize gitgide yerleşen, kendi kültürlerini neredeyse dayatan diyeceğimiz bir zamanların köydeki akrabalarımız ve Kürt vatandaşlarımız…
Ne mi yapılması gerekiyor?
Aynı hataların bir daha tekerrür etmemesi için, geçmişin yanlışlarından ders alarak, sürekli birilerini ötekileştirerek kendi varlığını koruma ve egemenlik sürme mekanizması batağına bir daha asla girmeyerek, yaşamaya çalışmak…
Dün kurban olanların, bugün elleri biraz para görür görmez, bu sefer kendilerinin egemenliğe merak sarmalarına engel olarak…
Dünkü köydeki akrabalarımız ve artık vatandaş olmaya başlamış Kürt insanlar, unutmuş olduğumuz Anadolu’nun güzel geleneklerini hatırlatacaklar ama biz de kendilerine şehirli olmanın güzelliklerini kendilerine aktarmaya çalışacağız…
Biz böyleyik, eyiyiz, istemezük, demedikleri sürece tabii..
Birbirimizin varlığına tahammül (!) ederek değil, varlığına saygı duymasını bilerek…
İnançlı – pratikan İslam geleneğini sürdüren ve Kürtler başta, şimdiye dek ötekileştirilen insanların tümü, bugünlere kadar kalabilmiş insanlarıyla, haşır-neşir yaşayarak olacak bu…
Geçmişteki ortamların bir daha asla geri gelemeyecek şekilde, şekillendiği takdirde yeni Türkiye; kim bilir, zararın neresinden dönersen kâr misali, bereketli günler kısmen de olsa geri gelebilir…
Belki…
Cumhuriyet’in, tekrar Cumhuriyet olduğu yani demokratikleştiği zaman, işte o zaman konuşuruz Cumhuriyet’i…
Cumhuriyet’i sevmeyi…
Ham de nasıl sevmeyi?
Ama işte hangi Cumhuriyet’i…