70’lerin hayli sonu, Marmara Ermenice Günlük Siyasi Gazete’ de, bıyıkları yeni terlemeye başlamış, kâh muhabirliğe başlamış olmanın kâh da sevgili Rober Haddeciyan ağabeyimizin önerisiyle Menk: Nor Serunt (Biz: Yeni Kuşak adlı gençlik sayfasını yönetmenin heyecanını yaşıyordum… Bugün AGOS gazetesi Ermenice sayfaları editörü, yazar ve Nu Çe TV’nin sevilen programcısı Pakrat Estukyan’ın deyimiyle Çorbacısı idim bu sayfaların…
Karikatürist Sarkis Paçacı, Ping pong ve satranççı Şahin Der Hovhannesyan, tiyatro sanatçısı Nişan Şirinyan ve bendeniz çekirdek dörtlüsüydük bu çalışmanın. Sonra kimler mi katılmadı? Aman tanrım, hani derler ya, bir söz vardır, ondan esinlenerek söyleyelim biz de Yarın adını duyuracak çocuk, daha o zamanlar yaptıklarından belliydi… Zeki Ekmekçi, Kirkor Markaryan, Garbis Pulur, Hagop Hergelyan, Harutyun Mıxitaryan, Talar Hisarlı, Ara Nubar, Haçig Bayvertyan yahu biraz da konumuz bu olmadığı için şimdilik aklıma gelmiyor, bağışlasınlar…
Bu arada, rahmetli babam ile olağan baba-ergen oğul diyalogsuzluğunu kıran muhteşem bir araç vardı, adı Çetin Altan. Onu da söylemeliyim hani… Her sabah, bir - iki gün öncesinin Milliyet’teki Şeytanın Gör Dediği köşesindeki makale özenle kesilir, kâh babam, kendi işine geldiği yerleri mavi tükenmezle çizer masama koyar, kâh ben, aynı / başka bir makalesinin, işime gelen yerleri kırmızıyla çizer babamın muayenehanesindeki masasına koyardım…
Böylece iki ateş arasında sıkışmış, sevgili valide Hanım da bir nebze nefes almış olurdu…
İşte böyle bir Çetin Altan ile (henüz kendisinin bundan habersizce) büyüme-yetişme gibi bir alt yapımla, gazeteciliğe yeni başlamışken, fırsat elime geçmişti… Üstat ile karşılaşacaktım.
Ben Milletvekiliyken adlı bir kitap elimize geçmiş veya eski kitabın yeni baskısı mı olmuş o kadarını hatırlamıyorum ama ve lâkin üstat ile görüşmem farz olmuştu, emeklerini asla unutamayacağım, ağabeyimiz Rober Haddeciyan’ın da yeşil ışığıyla…
Milliyet’teki odasında, önceden randevu almıştım tabii, karşısındaki son derece bir içim su bir hanım, belli ki söyleşisini bitirmiş ama sohbet devam ediyordu… Gözlerini buyurun siz kimdiniz gibi açtığında kendimi tanıttığımda, gergin yüzü birden rahatlamış ve hanıma da dönüp Böyle güzel bir hanımefendiyle güzel sohbeti kestiği için bu delikanlıya kızmak lazım ama şaka yahu gençlerin hakkını vermek lazım, üstelik de telefon açıp, randevu alma inceliğini göstermişti, peki efendim buyurun deyip yol vermişti.
Üstadımız milletvekili olduğu yıllarda, TBMM arşivine girmiş ve hangi İNSAN eksenli yasanın, Türkiye parlamentosunda hangi Rum veya Ermeni milletvekili tarafından önerilmiş olduğunu, onların konuşmalarını, diğer İslam-Türk doğmuş milletvekillerinin bu Ermeni veya Rum milletvekillerine ne gibi olumlu-olumsuz cevaplar verdiğini yazmıştı…
2015’in neredeyse (böyle olmayıp, samimi / hakiki olan onurlu insanları tenzih ediyoruz) Ermeni ve diğer ötekilerin sorunlarıyla ilgilenmeyi adeta manevi hatta maddi getirim haline getirmenin sıradan olduğu dönemde yazılmamıştı bu kitap… Her toplumsal buhran döneminde, günah keçisi bulmak için, Ermeni ve diğer ötekiler düşmanlığı dosyasını açıp temcit pilavı gibi öne sürüldüğü gibi, 1978’lerin ortamında yazılmıştı…
Bir gözü kör olma tehlikesini yaşıyorken, Cumhurbaşkanımız Fahri Korutürk sayesinde özel afla çıkar çıkmaz hapisten, soluğu Harbiye’deki Yapı Endüstri Merkezi’ndeki müdavimi olduğumuz Türk Film Arşivi salonunda almıştı… Dostlar Tiyatrosu gibi anne-bebe-ben, birlikte gittiğimiz bir yerdi burası… O zaman, tıklım-tıklım kalabalıkta sormak isteyip de soramadığım soruları işte şimdi odasında, karşımdayken, bir güzel soruyordum...
Milletvekili adayı olduğu zaman, Jamanak gazetesi etrafında toplanan Ermeni vatandaşların kendisini desteklediğini; bazı Türk arkadaşlarının buna şaşırmış olduklarını ama kendisinin hiç şaşırmamış olduğunu hatta buna şaşıranlara asıl şaştığını, söylüyordu…
Yanından ayrılırken, hızlandırılmış bir eğitim ama son derece keyifli bir konferanstan çıkar gibi olmuştum ve o da bana bak, arayı soğutmazsan iyi edersin, demişti…
Birkaç ay sonra kendisi hakkında veya kendi yazdıklarını Ermeniceye tercüme ettiklerim dâhil diğer tüm yazdıklarım / yazdıklarımız nedeniyle hakkımda bilgi istenmiş, kısacası suyumun iyice kaynadığı anlaşılınca başlamıştı gönüllü sürgün yıllarım…
Paris Montparnasse semtinde, Uludağ Türk Restaurant’ta filan derken orada burada fizikken karşılaştıktan sonra artık sanal âlem çıkmış ve yazdıklarımı kendisine mail atıyordum…
AK Parti Hükümeti’nin cicim yıllarında, Başbakanlık Ödülü alırken tabii ki oradaydım; kuliste beraberdik. Yanındaki eşi, kendimi tanıttığımda Çetin, Çetin bak o yazdıklarını okuttuğun, bazen konuştuğumuz delikanlı deyince; o kendine has sesiyle yahu hani şu bizim yüzümüzden sürgün yaşayan delikanlı değil mi? demişti. Aman hocam, ona yüzümüzden demeyelim de madalyaları sayesinde diyelim, hem sadece sizin nasıl diyebiliriz, olacağı varmış deyip gülüşüvermiştik…
Fransızca avoir ve İngilizce to have fillerinin Türkçe karşılığının olmadığını, mâlik olmak olarak kabul etsek de bunun tam karşılığı olmadığını, sayesinde farkına varmıştım…
Tıpkı gusto kelimesinin Türkçe karşılığı olmadığı gibi, her ne kadar zevk diye kullanıyorsak da, bunun tam olmadığını; zira haz duyma duygusunun haz kelimesinin ancak bir türev anlamı olarak kullandığımızı da…
Herkesin, örneğin: bir ayakkabıcının, bir demircinin, bir çiftçinin, bir şoförün, bir öğretmenin, bir mühendisin, bir iktisatçının, bir yazarın vs kendi mesleğini en iyi yapmak için sarf ettiği çabanın asıl devrimci bir eylem olduğunu da ondan öğrenmiştim…
Hayatta önemli olmak ile değerli olmak arasında doğru bir seçimi yapabilmiş olanlar ile yapamamış olanların arasında kavganın hep sürdüğünü…
Osmanlı İmparatorlarının, kendi çocuklarını, torunlarını, akrabalarını taht aritmetiği için bizzat boğdurttuklarını, öldürdüklerini de ilk ondan okumuştuk…
Paris gönüllü sürgün yıllarımda, Almanya’nın Müllhelm şehrine bir konferans için davetliydim; ATV’nin ATV olduğu yıllardı, Çetin Altan-Mehmet Altan-Ahmet Altan ile muhteşem bir sohbet programı, sabahın 04’üne kadar sürmüştü (sonra kitaplaştırıldı aynı bu program) ve bunu kaçıramazdım. Huşu içinde bu programı izledikten sonra, dalmış ve treni kaçırmıştım… Öğleden sonra gidebilmiştim ancak…
Velhasıl, birçok insanın benim diyebileceği o benliğinin oluşmasında, beli de habersizce, büyük payı olan sevgili ağabeyimiz; işte şimdi ensemizi kararttın be üstadım! Hataları ve sevaplarıyla (herkes gibi) muhteşem Altan kardeşler yetiştirdin, onun için asıl sen enseyi karatma yukarılarda!