Nefis bir Strasbourg sabahında, güneşin şehrin serinliğinden azıcık etkilenmiş yüzünüzü yalayıp hoşnut kaldığınızdan mayışmış; erken kalkıp, seher yürüyüşü yapmış olmanın keyfi ile tam Konsey’e gelmiş, farklı ülke parlamenterler ve bakanlarıyla ortak kullandığınız (Avrupa demokrasisi böyle işte) kafeteryada, afyonunuzu dopo expresso ile patlatmışken… Keyfiniz, balon gibi patlıyor…
Artık korkar oluyoruz Strasbourg veya başka bir ülkenin başka bir şehrinde bilgi sayarı açıp, Türkiye’den kara bir haber gelecek diye…
80 öncesi, gösteri sanatları-gazetecilik-lise (beklemeli) öğrenciliğini birlikte yürüttüğüm, aslında hayatımın en keyifli yıllarımda, Baha Boduruoğlu, Şanar ve Onur Yurdatapan, Dilşat - Mustafa Zülkadiroğlu sayesinde tanıdığım, sevgili hocam, sempatik ve insani ağabeyimiz, Atilla Özdemiroğlu’nu fiziki olarak kaybetmiştik…
Eminim, yukarıda, bir yerlerde cenneti, müzik-düzenlemeleriyle daha şenlendirecektir; zira mekânının cennet olduğunu, Yaratan’ın işine karışmak olmasın ama naçizane fısıldayalım…
Ne moralden eser kaldı, ne de bir şey yapmaya-yazma hevesinden ama ve lâkin dişimizi sıkıp, boğazımızı yutkunup, Ya bismillah ve Araç Asdvadz deyip, aktarmaya çalışacağız yine…
*
Bugün yani 20 Nisan 2016 Çarşamba günü, Federal Avusturya Başkanı, Heinz Fischer, yine Avrupa Konseyi Parlamenterler (buna çoğul değil tekil olarak ‘parlamenter’ denmesinin doğru olacağını söyleyenler var ama ikna olmuş değilim, bilerek çoğul yazıyorum) Asamblesi Başkanı, Pedro Agramunt eşliğinde altın defteri imzaladı ve kısa bir (point de presse) basın ile temas gerçekleştirdi.
Aynı Heinz Fischer, bu kez Avrupa Konseyi altın defterini, Genel Sekreteri, Thorbijorn Jagland eşliğinde imzaladı ve yine (hani Sayın Davutoğlu’nun özellikle kaçındığı) basın ile kısa teması gerçekleştirdi.
Bugüne damgasını vurması gereken, Sayın Ertuğrul Kürkçü'nün, Güney Afrika’da zamanın Nelson Mandela’sının avukatı, hâkim, Essa Moosa’yı da alarak düzenlediği ‘Barış süreci nasıl yeniden başlayabilir?’ konulu basın toplantısıydı.
Bundan başka, Gürcistan Başbakanı, Sayın Giorgi Kivirikaşvili, Genel Sekreter, Sayın Thorbijorn Jagland ile konseyin defterini imzalaması ve basın ile kısa teması vardı.
Yarın ise, aynı Kivirikaşvili, bu kez Pedro Agramunt ile Parlamenterler Asamblesi’nin altın kitabını imzalayacak ve tabii geleneksel basın ile kısa temasta bulunacak…
Sayın Essa Moosa ve arkadaşlarının da katıldığı bu toplantıyı önemsediğimden, bunu ayrıntılı bir şekilde aktarmak istediğimden; bilahare yapacağımı şimdiden bildireyim bari…
Buna rağmen, dünkü gündeme damga vuran Kürkçü-Davutoğlu söz dalaşı ve aslında sorulan bir soruya sâkin ve ikna edici / edemeyici şekilde cevap vermek yerine, pek paha biçilmez ağırlığında olmayan ve sadece Türkiye iç tribünlerine hitap eden vatandaş Türkçe konuş tavrı hakkında konuşmak istiyorum…
Avrupa ortamında "Vatandaş, Türkçe konuş!" demek...
Avrupa Konseyi’ne üye 47 ülkenin, 318 asil, 318 yedek temsilcisinin olduğu, resmi dillerin Fransızca ve İngilizce olduğu Parlamenterler Asamblesi’nde, gözlemciler, gazeteciler ve bu dilleri iyi bilmeyenlerin daha iyi takip etmeleri için daha başka dillere de tercüme edilir ve ne mutlu ki bu dillerin arasına Türkçe de var artık… Türkiye de bundan müthiş bir onur duyuyor ve keyif alıyor. Tabi, sevgili Türkiye’mizin ülkesinde başta Kürtçe olmak üzere, tüm ana dillere de bölünme paranoyasıyla öğretim-eğitim-sosyal hayatta kullanım dili olmalarına yasaklamamış olsa, bu onuru duymaya, keyfi almaya daha hak kazanacaktır…
Geçelim…
Sayın Başbakan Ahmet Davutoğlu, Türkçe’yi tercüme dili olarak (Strasbourg’da) kullanan ilk TC Başbakanı olma sıfatıyla, haklı bir gurur duymak istemiştir, konuşmasını Türkçe yapmıştır; anlayışla karşılıyor hatta alkışlıyoruz, memnuniyetimizi de belirtiyoruz doğrusu…
Tamam, da Sayın Ertuğrul Kürkçü, Sayın Davutoğlu’na Suriyeli mülteciler için Türkiye’nin ne kadar güvenli bir ülke olduğunu anlattığından den vurarak Kürt vatandaşlarına karşı onca hoyratça davranan aynı Türkiye, nasıl Suriyeli veya başka mülteciler için huzurlu bir ülke olur mealinde bir soruyu Türkiye’de değil, Avrupa’nın merkezinde soruyor…
Üstelik benzeri soruları Türkiye’de belki yüz defa ya kendisi sormuş ya da başkaları, hem de Türkçe sormuş değil midir?
Peki, Avrupa kurumları zaten uluslar üstü bir kurum olup, Avrupa’daki tüm ülkelerin – son tahlilde – tek başlarına, kendi ülkelerinde şu veya bu yüzden halletme imkânına sahip olmadıkları sorunlarını, el ele, hep birlikte halletmek için değil midir?
Ee, uluslararası camiada, meramını, onların en kolay anlayacağı bir dilden sormak varken, neden Türkçe sormak?
Sayın Kürkçü, sorusunu Türkiye’de sormuş ama belli ki cevabını alamamış ki burada yani Strasbourg’da soruyor…
Sayın Kürkçü, sorusunu üstelik Kürtçe, İngilizce veya başka bir dilde sormamış Türkiye’de, Türkçe sormuş ama belli ki cevabını alamamış ki bu dilde yani İngilizce soruyor, nerede? Avrupa Konseyi’ne üye 47 ülkeyi temsilen 318 asil (318 de yedek) üyelerin de duyması, işitmesi, onların da bu konuda kafa yorması amacıyla, Parlamenterler Asamblesi’nde…
Yani, Avrupa Konseyi koridorlarının birinde ya da kafeteryada I beg you pardon dear Mr Premier Minister deyip, başbaşa bir konuşmada değil…
Üstelik Fransızca ya da İngilizce konuşmak varken, tercüman aracılığıyla – ne kadar da iyi tercüme edilmiş olsa – dolaylı bir anlatı olduğu için, derdini eksik-gedik niye anlatsın? Tabii ki, İngilizce veya Fransızca soracaktı sorusunu…
Tabii bir de Sayın Ertuğrul Kürkçü’nün: ‘(…) Sayın Başbakan, devlet kuvvetlerinin, Kürt vatandaşlarına küfür - aşağılamaları Türkçe yaptıklarını, ev duvarlarına ırkçı söylemleri Türkçe yazdığını hatırlıyoruz. Asıl Türkçeye olan saygımdan dolayı, güzel dilimizin kendi vatandaşını aşağılayan, işkence yani bir zulüm diline devşirildiğini, hiç olmazsa bu olayları anlatırken hatırlamak ve size de hatırlatmak istemediğim için, Türkçe kullanmadım’ da diyebilirdi…
En iyisi, Strasbourg’da Parlamenterler Asamblesi’nde, sorulan soruya sâkin şekilde ikna edici veya edemeyici ama ve lâkin doğrudan cevap vermekti. Yoksa, önce TC Başbakanı’na keşke Türkçe konuşsaydınız çıkışı yapmak, ister istemez insanlara hâlâ vatandaş Türkçe konuş zihniyetinden vazgeçemediğimizi söylettiriyor; üstelik Türkiye’de de değil, Avrupa’nın merkezinde…
Dolayısıyla, bazen bir dile olan sevgi ve saygımızdan dolayı, üstelik zulüm ve vahşeti çağrıştıracak bir anlatıda, asıl o dili kullanmamak isteyebiliriz de, bir de böyle düşünelim…