Dünkü yazımda, ödül aldıklarından sonra gördüğüm bazı filmlerden söz etmiş; kendimce önem verdiklerim hakkında ileride bahsedeceğim demiştim…
İşte başta Ermenistan’lı Ermeniler ve tüm Türkiyeliler, bu coğrafyaya mahsus sorunlarla yakından ilgilenenlerin, mutlaka görmeleri gerektiğine inandığım bir filmden söz ediyorum..
Derdo Ana ve Ceviz Ağacı…
Trabzon’dan İstanbul’a yeni taşınmış bir öğretmen-sinemacı düşünün… Okulda çalışırken, haliyle bir meslektaşıyla tanışıyor. Onun, Ermeni hatta Bitlis’li olduğunu, dahası ninesinin yazları mutlaka Bitlis’e, kendi köylerine, ceviz toplamak için gittiğini öğreniyor…
Böylece, Hrant Dink’in en büyük silahım samimiyetimdir dediği gibi, sadece ve sadece bir sahici insan olduğundan dolayı, cazibe merkezi olabilecek bir insan olan Derdo Ana ile uzaktan da olsa tanışmış oluyor,
Bitlis’te daha hâlâ Ermenilerin yaşadığını öğrenince şaşırıyor; yapacağı filmi izleyenlerin de aynen şaşıracakları gibi… Hele bir de hikâyesini öğrenince… Sekiz yıl önce bir toprak anlaşmazlığı yüzünden, kocasının öldürülmüş olmasına rağmen, onca malûm (yok gâvur vs yok başka tür sıfatlandırmalara maruz kalmasına) sorunlar yaşamasına rağmen… İstanbul’da çocukları ve torunlarının, kurulu düzenleri, maddi durumlarının yeterli hatta bir oğlunun Ermenistan Eçmiyazdzin’e yerleşmiş- aile kurmuş, olmasına rağmen…
Bitlis’im de Bitlis’im deyip, her ama her yaz, iki eli kanda da olsa, ceviz toplamaya mutlaka memlekete gittiğini öğrenince, bunu mutlaka beyaz perdede belgelendirmek gerektiğin düşünmüş, yönetmen, Serdar Önal…
Öyle, biçare, asimile olmuş, Ermenistan’da bile Bitlis’i arayacak kadar, farkında olamayan birçok şeyin, bir kadın değil… Deli misiniz? Tersine, her şeyin tam bilincinde bir Derdo ana o… Nasıl olmasın ki, kardeşleri hatta babası-malûm şartlarca-din değiştirmiş ama o değil! Hıristiyan- Ermeni olarak kalmış ve zaten Bitlis’i de işte bu duruşuyla özlüyor, bu önemli.
Ermenistan’a gelip, bu kadar çok insanın hem Hıristiyan hem Ermeni oluşu, çoğu gibi şok yaşatıyor kendisine. Yaşadığı müthiş mutluluğun arkasından üzüntü yaşamak istememesi, göze gelmemesi için, ters bir tepki veriyor: Ben Bitlis’e gitmek istiyorum diyerek… Bu duyguyu çok iyi bilirim… Çocukluğumda, çok sevdiğim bir şey olunca, bir endişe çökerdi üzerime… Ağzımdan iyi ama buna sahip olmayan çocuklar da var dünyada derdim…
Bu, çok güldük başımıza bela gelecek şeklinde, halk ağzında tercümesini bulan, muhtemelen gelecek bir beladan, kendini koruma amaçlı, bir içgüdüsel davranıştır, bence…
Filmi, Ermenistan ve Türkiye ortak yapımı ürünü olması, daha anlamlandırıyor, kuşkusuz.
Nagehan Uskan, Gayane Vartanyan ve Serdar Önal yapımcılar; yönetmen Serdar Önal; metin Serdar Önal; kameraman Hande Zerkin, Circus Marcus’un müziği kullanılmış, ses Yalın Özgencil ve montaj da Alper Şen’e ait, 68 dk süren Derdo Ana’nın.
Dardo Ana’yı seveceksiniz… Uluslar arası platformlarda ses getirecek türden…
***
Eric Shahinian (Erik Şahinyan)’ın sadece 10 dk süren ama aslında koca bir ömre, kırmızı alarm niteliğinde, uyarı sunan, dikkat çeken, bir film…
Çağımızın hastalıklarından Alzheimer yaşayan, bunca yıllık sevgili eşine, insana hayranlık uyandıran (aslında doğal olması gereken bir şeyin hayranlık uyandırması da ayrı bir konu ya) ihtimamla bakan bir koca var. Çocukları başka şehirdeler, onları yemeğe bekliyorlar. Kocası, her şeyin hazırlamış hatta hindiyi de, fırına yerleştirdikten sonra çabucak bir banyo alayım, diyor. Ve olanlar oluyor, ayağı kayıp düşüyor, banyo musluğu akıyor, kendisi tüm çabalarına rağmen ayağa kalkacak vaziyette, sevgili eşi de bir şeyi anlayacak halde değil; fırındaki hindiden zaten yanık kokuları geliyor, çocukları da hiçbir şey anlamayan annelerine telefondan gecikeceklerini söyleyip telefonu kapıyorlar yani tam felâket bir durum!
Hepimizin ama hepimizin başına ya gelmiş ya da gelebilecek bir durum…
ABD’den bir film. Yapımcılığını (Little Shah Production) Yimei Maya Huang yapmış. Yönetmenliğini Eric Shahinian, kameramanlığını Charlotte Dupré, müziğini Mitch Lin, ses Jake Bjork ve Julian Evans, montaj ise Shayon Maitra…
Tüm otuncular: Chiz Shultz, Eileen Miller, Alecia Hurst, Rose Hanish, Anne-Marie Agbogji, Jose Ramos ve Stephen Melton takdire şayandı, bence…
***
Festival’de, Türkiye’nin batılı tarzda tiyatrosu kurucularından, Tomas Fasulyacıyan’ın meşhur Ve işte perde diye biten, tiradında bahsettiği, oyun öncesi seyircileri salona çağıran zillerinden bahsediyor ve günlük yazımı yetiştirdikten sonra salona giriyordum…
Ancak, işte dün başka tür (mide) zillerden bahsedip, sevgili festival Bşk’ımız ve dünyanın tanınmış belgeselcilerinden, Harutyun Khaçadıryan’ın (festivale can-ı gönülden katkı sunan arkadaşlara) teşekkür mahiyetindeki bir davete gittiğimizi söylemiştim…
Zvartnots hava alanından Yerevan merkeze giderken, sol tarafta, adı Dostoyevski olan ve zaten panonun altında İntelektual oyunlar Kulübü yazan, çok ilginç bir yere götürdüler otobüsle. Cömert diyebileceğimiz soğuk kanepe ve içkilerden oluşan kokteylin sonunda buranın şefi bizlere alevler içinde öylesine yatmış, bir Hindi Show’u yaptı, nihayet nar gibi kızarmış bu hindiyi yedik, üzerinize affiyet.
Sonunda, piyanoda, Vahram Yanıkyan’ın eşliğinde, solistler Anna Tatevosyan ve Mark Aleks, mini bir konser verdiler… Gürcistan’ın o reddedilemez aristokrat ortam, kültürünün etkisinde olan, sevgili Harutyun Kaçadıryan, yakın dostlarına, teker-teker teşekkür ettikten sonra, gelecek yılın Altın Kayısı’sına hazırlanmak üzere ayrıldık…
Yine Vivacel MTA telefon firmasına ve ABD’den Hrayr & Anna Hovnanyan vakfına, ana proje ortağı ve bu yılın baş destekçisi olarak, teşekkür etmeyi asla ihmal etmeden…