Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, 12 Aralık 2013, Perşembe günü, Karadeniz Ekonomik İşbirliği (KEİ) Toplantısı için Erivan’a giderek, Türkiye’nin Ermenistan'a yaptığı son beş yılın en üst düzey resmi ziyaretini etmiş oldu; basının yansıttığına göre, 2010’da sekteye uğrayan barış girişiminin canlanacağına dair umutları artırdı.
Erivan’da Dışişleri Bakanlığı önündeki Utan ve Ermeni toprakları işgaline son diye bir grup öğrencinin gösterisi yüzünden, arka kapıdan içeri giren Davutoğlu; gazetecilere verdiği demeçte 1915 tarihinde Ermeni vatandaşlarımızın tehciri için çok yanlış ve insanlık dışı dedi.
T24 okurları arasında mesela bir anket yapılsa, kaç evet kaç okur Sayın Dışişleri Bakanı’nın bu beyanını okudu veya duydu diye, eminim çok az kişi çıkar…
Gazetecilere (…) Önceliğimiz, diyalogumuzun güçlü psikolojik bir temel üzerine kurmak ve bunu sürdürmektir. Bu anlamda türlü yaratıcı fikirler gündeme gelir, ülkeler kendi perspektiflerini zaten biliyor diyen Davutoğlu, Nisan 2009’da (Azeri baskısıyla Erdoğan’ın sonradan mızıkçılık yapıp, yan çizdiği) Protokol’ün imzalanmasından altı ay önce Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın Erivan’a gitmesinden sonra, Türkiye’nin en önemli ziyaretini etti
Bilmeyenler için söylüyoruz tabii; Ermenistan ve Türkiye arasından diplomatik ilişkiler hem yok hem de var biliyor musunuz? Zira Türkiye Ermenistan’ın bağımsızlığını tanıyan ilk devletlerden biri olmuş, onu uluslararası merciler huzurunda tanımış; ancak bu tanımanın ikinci aşaması olan karşılıklı diplomatik anlaşmayı bir türlü imzalamamıştır.
Ama rahmetli Cumhurbaşkanı Sayın Turgut Özal’ın nefis bir buluşu, Karadeniz Ekonomik İşbirliği adlı teşkilata - denize kıyısı olmamasına rağmen - etki alanı dâhili kabul ederek, Türkiye Ermenistan’a üyelik önermiş ve Ermenistan da kabul etmişti. Durum bu özetle…
Ermeni Diyasporası’nı bırakın, sağduyu sahibi, tarihin refleks ve davranış parçacıklarını zamanın ihanetine uğramadan puzzel’a yerleştirebilen TC vatandaşları bile kâh çorbadan ağzımız yanmış… kâh yemezler gülüm yemezler… kâh Osmanlı’yı da sayarsak TC’nin dün yaptıkları bugünün yaptıklarının teminatı filan diyorlar… Eh, derler de tabii…
Hrant Dink cinayetinin aydınlanması için, olmazsa olmaz önemindeki devlet memurlarına soruşturma açılabilmesi amacıyla izin verilmediği; suçluların ortaya çıkarılmadığı müddetçe, değil Sayın Davutoğlu, hiçbir TC devlet temsilcisinin sözüne inanılması çok zordur…
Canı, malı, sağlığı, hayatı, onuru ve her şeyi Türk Silahlı Kuvvetler’e - her vatandaş gibi – itimat edilmiş, er Sevag Balıkçıyan’ın ayan beyan askeri üniforması üzerindeyken, kışlada öldürülme olayı aydınlatılmadan, hiçbir TC devlet temsilcisinin sözüne inanılması zor…
Oysa Azınlık okullarında, hatıraları hala hafızamızda yer işgal eden bazı (evet bazı) babacan, pırıl-pırıl parlayan sarı düğmelerine imrendiğimiz Milli Güvenlik (Askerlik derdik) dersi öğretmenleri, böyle anlatmamışlardı bize Türk ordusunu…
Çanakkale’de, Kore’de, Kıbrıs’ta, şurada veya burada – bugün düşünüyoruz da aslında, ne kadar doğru olup olmadığı tartışılmaya başlanmalı – şehit olmuş İslam dışı bir dine mensup askerlerin tabutların üzerine Türk bayrağı sarılmış halde, kilise ve sinagoga, son yolculuğuna eşlik eden subay gibi subaylarımız da böyle anlatmıyordu…
Dünya’nın çoğu ülkesinde olduğu gibi, Türkiye’de de, Dışişleri mensupları, içişlerinde yenen naneler yüzünden, sürekli zor durumda kalırlar görevlerini ifa ederken…
Ama böyle derken, kurtuluş yok aslında; devlette devamlılık-bütünlük ilkesi var zira hikâye anlatmayın efendim, içişlerindeki arkadaşlarınıza söyleyin, durumları düzeltmeden söz, ifadeler, vaatler ve demeçlerinizin hiç ama hiç kıymet-i har biye’si olamaz derler…
Dün neysek bugün de oyuz... Maalesef!
Sevgili Hocam, Taraf gazetesinde yazdığı gibi, 1920’lerden beri, İmparatorluk veya Cumhuriyet’te - fark etmez - özellikle İttihatçı zihniyete sahip kadrolarda, birbirine zıt, çifte davranışlar var olmuştur…
Telgrafçılıktan gelme İçişleri Bakanı olma sayesinde, kendi evinde telgraf aleti kurdurup, gündüz mesai saatleri içinde Tehcir’e yollanılan ………… kişilere (alay edercesine sanki, milleti beş yıldızlı piknik organizasyonuna yolluyor gibi / RAH) her ihtimamın sağlanması, sağlık şartlarının kusursuz olabilmesi için, gereken tedbirlerin alınması mealinde; akşam da evinden (…) sabah yolladığımız telgrafları kale almayın, malum şahısların, bilinen şekilde… yok edilmesi mealinde telgraflar yazacaksınız…
Böylece, ülke içinde yarın bir ters rüzgâr ters estiği ya da ülke dışı için vaziyet mükemmel şekilde kurtarılmış olunacak; yarın muhtemel olacak bir suçlamanın önü kesilmiş olacaktı…
Kendimizi kandırmayalım, aslında bu coğrafyada kökleri olan, ister Hıristiyan, ister Yahudi, ister Müslüman, ister Alevi, ister pratikan, ister ateist ve her kökenden gelen bizler, çatlasak da patlasak da hepimiz bir güzel Bizans’ın torunlarıyız…
Tavşan’a kaç, tazıya tut deyişini, boşuna mı türetmişiz bu coğrafyada?
Yoksa bir taraftan 1926 ve 1927 tarihlerinde, Los Angeles Examiner gazetesine verdiğiniz mülakatta Osmanlı Hıristiyanlarına yönelik cinayetleri kınıyor ve İttihatçıların mutlaka hesap vermeleri gerektiğini hatta Batı dünyası daha ne bekliyor filan diyeceksiniz.
Diğer taraftan, Haziran 1926’da çıkartılan bir kanun ile (…) Öldürülen, idam edilen tüm İttihatçılar vatan kahramanı ilan edecek (korumanız altındaki) Osmanlı Hıristiyanlarına ait tüm mal varlıklarını gasp edip, Hanefi-Sünni-Müslüman-Türk kişilere dağıtacaksınız..
İlerde, kendilerine solcu diyenlerin bazılarının, bu dağıtımı zenginlerden alıp halka vermek gibi romantik bir Robin Hood davranışıyla tarif etmeleri, bir kara mizah örneği olacaktı…
Yine, katledildikleri için arkalarından gözyaşı dökülen, dahası katleden İttihatçıların bir an önce idam ettirilmesi için gerekenin yapılmasını, hem de yabancılara haykırıldığı Hıristiyan Osmanlıların gasp edilen emlaklerini; 31 Mayıs 1926’da kabul edilen, 27 Haziran 1926’da da Resmi Gazete‘de yayımlanan 405 s. kanunla, onları öldüren canilere dağıtacaksınız…
Katledilmeleri yetmiyormuş gibi, mal-mülklerini, katledilmelerinden mesul: Talat, Cemal, Cemal Azmi, Bahattin Şakir, Sait Halim Paşalar, sonra idam edilecek, Muş Mutasarrıfı Servet, Urfa Mutasarrıfı Nusret, Boğazlıyan Kaymakamı Kemal, Diyarbakır Valisi Doktor Reşit ve Erzincanlı Hafız Abdullah‘a 20.000 lira değerinde emlak vereceksiniz...
Karar vermek gerekiyor…
2015’te, muhtemel bir fırtınanın önünü kesmek için mi, yoksa hakikaten ve samimiyetle Türkiye’nin bireyiyle, toplumuyla, ülkesiyle, devletiyle, top yekûn özgürleşmesi için mi?
Eğer, ikincisiyse, Sayın Davutoğlu siz hiç yorulmayın…
Boşuna zahmet etmeyin…
Zira, sizden önce bu ülkenin adaletinden, hukukundan, içişlerinden, ordusundan, istihbaratından vs mesul arkadaşlarınızın yapacakları işler var; bu sorunlar halledilmeden inanın Dzidzernagapert (Kırlangıç Yuvası) Tepesi’nde bulunan Soykırım Anıtı’nın önünde Willy Brandt gibi diz çöküp 1915’te Ermeni Soykırımı kurbanları için, İttihatçıların yaptıklarından dolayı özür bile dileseniz, inanın hiç ama hiç inandırıcı olamazsınız…
Zira Hrant Dink cinayetini aydınlatamamış;
Sevag Balıkçıyan cinayetini aydınlatamamış;
Kumkapı’daki Ermeni kadınları boğazlayanların durumunu aydınlatamamış;
Uludere’yi sorgulamamış;
Roboski’yi aydınlatamamış;
Sivas kundaklamasını aydınlatamamış;
Maraş ve daha nice karanlık olayları aydınlatamamış bir devletin temsilcisi, 1915 Ermeni Soykırımı’nı kabul edip, telin ederse ne yazar etmezse ne yazar…