Zeki Demirkubuz, son filmiyle sadece insanın veya bilincin değil, yerleşik değerlerimizin, önyargılarımızın, kötülük algımızın ve değişken korkularımızın da yeraltına inmiş. Yönetmenin malum Dostoyevski hayranlığı aslında sinema dilinin, karakter analizinin ve özünde her insanı anlama çabasının belkemiğini oluşturuyor. Düşün alanına diyaloji,karnaval ve kronotop gibi kavramlar hediye ettiği Dostoyevski Poetikasının Sorunları adlı eseri yazan Rus filozof ve edebiyat teorisyeni MikhailBakhtinYeraltı’nı izleseydi, en az Dostoyevski romanları kadar değerli bulurdu, eminim. Çünkü yeraltı sarih değilse de sahih bir başyapıt.
Yazarın, ideolojisini metnin hâkimi kıldığı monolojik bir bütünü savunan geleneksel söylemin aksine, Dostoyevski romanın diyalojik, yani çok sesli bir yapıya sahip olması gerektiğini savunmuştur. Bakhtin’e göre, Dostoyevski çok sesli romanı yaratarak yeni bir tür icat etmiştir, daha sonra postyapısalcılara da ilham veren bu roman yapısında, her karakter kendi ideolojik söylemine sahiptir ve birinin ötekine ahlaken hiçbir üstünlüğü yoktur. Dolayısıyla Dostoyevski ‘nin her karakteri nev’i şahsına münhasırdır, biriciktir. Demirkubuz’un karakterleri de öyledir. Kader’deki Bekir, Yazgı’daki Musa, Üçüncü Sayfa’ daki İsa ve son olarak Yeraltı’ndaki Muharrem gibi. Çünkü çok sesli romanla birlikte, herşeyi bilen Tanrı anlatıcı ve yazarın şahsi fikrini doğrulayan ahlaki yapıya hizmet eden karakterler yaratma anlayışı sarsılmıştır. Bakhtin, Dostoyevski romanlarındaki bu diyalojiye, çok sesliliğe hâkim yapıya karnaval dili adını verir. Karakterler, yazardan bağımsız bir sese sahiptir. Neden-sonuç ilişkisi, geçmişin biçimlendirici etkisi veyahut herhangi bir yargılama yoktur. Bu çok seslilik (heteroglossia) aslında her karakteri aynı düzlemde buluşturan bir mekânla da ortaya çıkabilir, karşılaşma yerleri olarak da adlandırabileceğimiz bu mekânlar genellikle caddeler, meydanlardır. Demirkubuz’un da filmlerinde karakterler, başkalarıyla geniş planla çekilmiş cadde ve meydanlarda karşılaşırlar, başkasının gözünden kendilerine bakarlar.
Yeraltından gelen adam da Muharrem de başkalarının kendisi hakkında ne düşündüğüyle ilgilenmektedir, kendisi hakkındaki her türlü yorumu anlamaya, kelimelerin gizil anlamlarının şifresini çözmeye ,adetaSöz’ün yeraltındaki anlamları görmeye çabalamaktadır. Aslında bu, Bakhtin’in“Dostoyevski Poetikasının Sorunları”nda bahsettiği gibi Dostoyevski’de her türlü anlamanın ön koşulu olarak ortaya koyduğu bir ilkedir: Kendini tanımak için ötekine bakmak, dışarıyı anlamak için içerde olmak, içeriyi anlamak için dışarıda olmak. Bu, insanlar arasındaki iletişimin temelidir. İnsan, yeraltındaki o anlamı aslında ötekiyle iletişime geçerek bulabilir. Aslında, Bakhtin konuşan iki kişinin birbirini asla anlayamayacağını iddia eder. Zaten iletişimin sürmesi her iki tarafın birbirlerini tam olarak anlamamasına bağlıdır. Dolayısıyla tez ve antitezden bir sonuç çıkmaz
Karamsar, asosyal, kuşkucu, alıngan Muharrem’in işi ve evi arasında süregiden ve sırf nefes almakla yetindiği hayatı, apartmanın kapıcısı ve aynı zamanda evine temizliğe gelen kadınla iletişimi, yavan bulduğu edebiyat çevresine mensup eski arkadaşlarını topa tutacağı bir kutlama davetine kasten katılmasıyla değişime uğrar. Artık hem kendine “ kendi gözüyle” bakmanın hem de başka birine dönüşebileceğine dair saf umudunu somutlaştırmanın zamanı gelmiştir. Çevresindekilerle ilişkisinde yoğunlukla hissettiği hiyerarşik aşağılanma ve dışlanma, filmin sonuna doğru gitgide alçalması/ düşüşe geçmesiyle Muharrem’in sara benzeri bir ruhsal kriz geçirmesine neden olur. İyilik ve kötülük arasındaki ayrımın ortadan kalktığı bir düzlemdedir, her türlü zül, yaşamının doğal seyridir artık. Bir bakıma kentli insanın buhranını temsil eder Muharrem.
Yeraltı, göstergelerle dolu bir film. Muharrem’in kendini sürekli koklaması hem insanın kendini hatırlama ihtiyacını delalettir hem de yaşamın kirlettiği aynaya bakarak temiz kalıp kalmadığını yoklamanın. Arzu nesnesi sayılabilecek çiğ patates ise amaçtan yoksun insanın bir nesneye tutunarak varlığını hissetme telaşıdır. Mum ışığı kullanılarak çekilmiş otel sahnesinde, üstünlük kurmak için korkuttuğu fahişeyle aslında bir türlü sıyrılamadığı aşağılık hissinden kurtulmaya çalışmaktadır Muharrem. Aynı durum akıl hocalığı yaptığı hizmetçisi için de geçerlidir fakat üstünlüğünü tanıtladığı hizmetçi bir gün sınıf atlayınca aralarındaki iletişimin rengi değişir ve iktidar yer değiştirir.
Afişte Muharrem karakterindeki Engin Günaydın’ı yukarı bakarken görüyoruz, yeraltından yukarı insanlığa, hayata bakan bir adamın hikayesidir “Yeraltı” . Marazi karakterleri canlandırmakta usta bir oyuncu Engin Günaydın. Ama bana göre filmde oyunculuğuyla asıl öne çıkan Nihal Yalçın. Orhan Pamuk’a göndermeden bulunulan Cevat Pekmezci karakterini canlandıran Serhat Tutumluer mağrur aydın tiplemesini başarıyla canlandırıyor.
Yeraltı’nı bir edebiyat uyarlaması olarak değil de, Dostoyevski’nin insan anlayışı üzerinden Zeki Demirkubuz’un kendimize ötekinin( Muharrem’in) gözüyle bakmamız gerektiğini salık verdiği bir film olarak izledim. “Vardığım sonuca göre, en iyisi hiçbir şey yapmamak! Her şeyden iyisi, bir köşeye çekilip seyirci kalmak. Onun için yaşasın yer altı!”diyor yeraltından gelen adam. En kötüsü, insanın kendine seyirci kalması değil midir aslında?