Ne gelir elimizden insan olmaktan başka, diyordu Edip Cansever. En insan yanımız neresiydi? Neredeydi kimselerin elinin değemediği o cevher, kimselerin giremediği o loş oda, dönüp dönüp yeniden baktığımız, gözlerimizin sürekli aradığı o yer neredeydi? Niçin uzak kılmıştık birbirimize çıkan yolları? Niçin birbirimizde şifa aramak yerine kendi köşemize çekilmiştik çaresizliği baştan kabullenip? İki insanı birbirine bağlayan neydi? Toplumu bir arada tutan? Sevgi mi? Sevgi neydi? Sevgi emekti, sevgi iyilikti. Bazı cevaplar o kadar yerindedir ki, o kadar kullanışlıdır ki başka söze gerek yoktur. Bazen altını çizdiğiniz o satır yetişir imdadınıza, bazen unutulmaz filmlerden aklınızda kalan replikler.
Sanatın kuşatıcı, iyileştirici, gönendirici kuytusuna sığınayım da anlamı iyice iğdiş edilmiş gönül ilişkilerine, nefes almakla sınırlanan yaşama rağmen yeni bir tad, yeni bir koku bulayım dedikçe elim hep kitaplara gidiyor. Bu kez yolculuğum öncekilerden farklı. Duygu dünyasını böylesine arı duru bir dille, bu kadar çarpıcı anlatabilen bir üslupla uzun zamandır karşılaşmamıştım, neredeyse eleştirel aklın, kuru önyargıların, gereksiz evhamların eleğinden hiç geçmemiş bir anlatım ferahlığıyla karşı karşıyayım. İki günlüğüne Türkan Şoray oluveriyorum. Yaşamının her anını hücrelerimde duyumsuyorum. Onu adeta yeniden tanıyorum.
Çok az sanatçı cinsiyetler ve ideolojiler üstü bir konum elde edebilmiştir. Hayatın derinliklerine farkında olmadan sızan, her duygunun karşılık bulduğu, yıllar boyu anlamından zerre yitirmeyen kim var Türkan Şoray’dan başka? Bugün herkesin kişisel tarihinde onun parmak izi vardır mutlaka. Hûlyalı bakışları, baştan çıkarıcı duruşu, çocuksuluğunu gizlemeyen işveli konuşması kadar asi ve mücadeleci tavrı, karşılıksızlığı fedakarlığı, sonsuz vericiliği, emeği ve azmiyle farklı rollere büründüğü sinema yaşamında Türkiye’nin yakın tarihinin kentsel ve kırsal alandaki sosyal ilişkilerinin yansımasını görürüz. Yeşilçam filmlerinin kalbi aşkla çarpan kadınıyken insanca yaşamanın ne olduğu üzerine kafa yoran kentsoylu, eğitimli, evli kadına dönüşüverir, başka bir filmde tarlayı çapalar, ata biner, hırçın bakışlarıyla dünyaya kafa tutar.
Türkan Şoray rolünü oynayıp evine dönen oyunculardan değildir. Set ekibiyle diyalogu, severek okuduğu hikayeleri senaryolaştırılıp filme çekilmesi için yapımcılara götürmesi, her sahnede farklı kostüm giyerek kazancının yarısını hiç düşünmeden role en uygun kıyafet ve aksesuara harcaması, yeri geldiğinde film çekim aşamasındayken farklı finaller önermesiyle kendini ve hayatını sinemaya adamış ve hep daha iyisini yapmak adına her dakikasını sinema için harcamış bir sanatçıdır. Kendisine verilen köylü kıyafetini beğenmeyince o esnada tarladan dönmekte olan köylü kadınlardan birini durdurur ve kıyafetlerini rica eder mesela. Terli ve çamurlu elbiseleri bir an bile tereddüt etmeden sırtına geçirir. Kolunu sakatlamasına rağmen hiç sesini çıkarmadan sete gider Şahmeran’ın çekimleri esnasında.
Sinemanın kollektif bir emek ürünü olduğunu hiç unutmaz. Işıkçının, prodüksiyon amirinin, makyözün gayretinin, katkısının hep altını çizer. Seyircisine hep yakın olmuş, sevenleriyle uzun yıllar mektuplaşmış bir aktristir o. Fildişi kulesinde oturmayı tercih etmez, set aralarında kendisini görmeyi gelenlerle sohbet eder, kimseyi kırmaz, geri çevirmez. Gözlerindeki sevecen parıltıyı, onu ustalaştıran acemi telaşı asla kaybetmemiştir. Dünyayı gözlerine hapsetmiştir adeta, bir çift dünyadır gözleri. Ona baktıkça zamanın, hayatın ve evrenin genişlediği hissine kapılmanız, umutlandırıcı bir ferahlık duymanız bundandır.
Sinemam ve Ben Türkan Şoray’ın setlere adım attığı yıllardan bugüne yaşadıklarını anlattığı lirik bir yapıt. Her kelimesinden naif bir duygusallık, sezgi ve sağduyu ile harmanlanmış bir zeka fışkırıyor. Sanatçının ruhunu ve bedenini sanatına nasıl adandığının bir simgesi aynı zamanda. Türkan Şoray’ın kirpiklerinin, ellerinin, gözlerinin ayrı ayrı sanat eseri olmasının sebebi bu değil mi biraz da?
Sadece bir Türkan Şoray kitabı değil Sinemam ve Ben, aynı zamanda sinemaya dair bir çok bilgi de içeriyor, kendisinin şahsi tecrübeleriyle bütünlük kazanan bilgiler bunlar. Oyunculuktan yönetmenliğe geçişindeki korku ve endişeleri hiç çekinmeden dile dökmesi, öğrenme azmi, keşfetme çabası, bitmek bilmeyen üretme aşkı Türkan Şoray’ın güzelliğini perçinleyen şahsi özellikleri aslında. Ayna ayna söyle bana, benden güzeli var mı dünyada diyen bir afeti devran değil o. Her şeyde güzelliğin özgünlüğünü bulduğu, herkese farkında olmadan aşıladığı iyilik, sevgi ve sağduyuyla dünyayı daha güzel bir yer hâline getirdiği içindir ki Türkan Şoray o.
SODER’in başkanlığını yaptığı dönemde sinema emekçilerinin örgütlenmesi gerektiğini ısrarla vurguladığı için Türkan Şoray. Boşuna değil Yılmaz Güney’in ödülünü “sen benden daha çok emek verdin sinemaya bacım” diyerek kendisine takdim etmesi. Boşuna değil yurtdışındaki festivallere sadece ödül almak amacıyla değil dünya sinemasını takip etmek için de katılması. Boşuna değil kazancının yarısını vergiye ayırırken diğer yarısıyla bir sonraki filminin kostümlerine para harcaması.
Hacimli bir kitap olmasına rağmen sayfalar su gibi akıyor. Bir hayat film şeridi gibi gözümün önünden geçiyor. İyi ki Türkan Şoray var hayatımızda. Yoksa dünyanın bunca kahrına, adaletsizliğine, sevgisizliğine nasıl katlanılır?
“Türkan Şoray gibi sevmek”, diyorum, onun gibi sevmek insanı, sanatı, hayatı…
@NarDogu