Sanki kafasının içindeki bir başka âlemde yaşıyormuş gibi, sahnede gözlerini kapatmış sesi çok derinlerden gelerek şarkı söyleyen beyaz takım elbiseli bir adam… Kollarına ve gövdesine jilet atarak ortalığı inleten hayranlarının canhıraş haykırdığı gibi adıyla müsemma Müslüm Baba!
Öksüzlerin, düşkünlerin, fakirlerin, yalnızların babası.
Aynı zamanda bir diğer anlamıyla da baba, yani usta.
Sözcüklerin hikâyesini anlatmaya özen göstererek şarkılara hayat veren yaralı bir ruh.
Gönül kapısını herkese açan bir derviş.
Her kötülüğüne rağmen babasını affedebilmiş bir evlat.
Ömrünü kurtarıcı bekleyerek geçirip, şartların değişmesi için kılını kıpırdatmayan yalnız, garip, savruk bir kalabalığın diline, yarasına, hayatına ortak oldu şarkılarıyla. Kitlesel bir başkaldırı girişimiydi aslında konserleri. Bedenini jiletleyerek ‘baba’ diye feryat edenlerin kadere itirazı, onun şarkılarında görünür hale geliyordu. Pasifize edilmiş bir halkın öfke dolu isyanının dışavurumuydu bir bakıma. Politik iklimin sertleşmesiyle başlayan yasaklar döneminin uzun soluklu rüzgarı dönemin sanatçılarını ekmeğinden etmiş, sokağa çıkma yasağı herkesi evine hapsetmiş, ard arda gelen işkence ve ölüm haberleri karşısında neredeyse herkes lâl olmuştu. Devlet, evlatlarını döverek seven bir baba rolündeydi, astığı astık kestiği kestik baba. Halk biraz da bu yüzden hayalindeki babayı buldu Müslüm Gürses’te. İsyankar şarkıları, her şeyi yutan bu karanlık dönemde, başka pek çok şarkıcının eseri gibi, TRT’de yasaklanmasına rağmen dillerden gönüllere yer etmişti.
Müslüm Gürses’in hayatı bu toprakların kuşaktan kuşağa geçen kapkara kaderinin bir benzeriydi. Karısına ve çocuklarına şiddet uygulayan işsiz güçsüz despot bir baba. Yeteneğini geliştirmek ve kabul ettirmek için yıllarını harcayan bir evlat. Çocukluk travmalarını atlatamadığı için düzene ayak uyduramayıp gönlüne düşen bir sevda uğruna canından olan erkek kardeş ve annesinin kaderini paylaşan kız kardeş…Ve o geçmişinden hiç bahsetmedi, acısını hep sessiz yaşadı.
Yaslar tarihiydi Müslüm Gürses’in hayatı. Yas tutarak geçip giden bir ömür yaşanmış sayılır mıydı sahiden? Gamın ağırlığına, acının külfetine rağmen o ömrün en güzel yılları hem zarif hem hoyrat ama başından sonuna sahici bir aşkla geçer. Müslüm Gürses’in billur sesinin şavkıdır Muhterem Nur. Onun ipekten ilacı, dikensiz merhemidir. Yılların omzuna yıktığı yük, nur gibi muhterem bir kadın dediği Muhterem Nur’un şefkati ve sabrı sayesinde hafifleyecektir.
Adana Halk Evi’nde bağlama dersleri veren Limoncu Ali’nin gölgesinde hem saz çalmayı hem de hayatın uzun ince yolunda yürümeyi öğrenir. Ustalık el vermektir ne de olsa. O eli tutan Müslüm Akbaş katıldığı yarışmada birinci olunca ödül olarak ilk plak anlaşmasını imzalar ve yeni soyadını seçer, sahne adı artık Müslüm Gürses’tir. Bir gün kardeşi Gürses soyadını almak istediğini söyler, kaderlerini bir lânete çeviren babalarının kütüğünde olmak istemediğinden.
Müslüm Gürses, Limoncu Ali’nin yanında ustaları tanımıştır; Aşık Mahzuni Şerif, Kaygusuz Abdal en çok da Yunus Emre. Kardeşinin hediye ettiği Yunus Emre Divanı’nı hayatı boyunca yanından ayırmaz.
Su gibi akan bir sesle söyler ilk şarkılarını, fem-i muhsin bir ağızla. Kaza sonrası sol kulağı işitme kaybına uğradığından olsa gerek, seksenli yıllardan itibaren kendine özgü bir icra geliştirir, vücudunu durmadan sağa sola hareket ettirdiği gibi şarkının sözlerini yayarak söyler. Ustalık dönemindedir artık.
Babalığı efsaneleşmiştir, acıdan beslenen geniş bir kitlenin gözünde ilahlaşmıştır. İnsanları hüzne ve umutsuzluğa sürüklediği iddia edilse de, aslında Yunus Emre’nin öğüdüne uyan naif ruhu benlik davasını çoktan bırakmış, yüreğini sevgiyle doldurmuş, hoşgörülü olmaya bakmıştır daima.
Her ne kadar Dargınım şarkısında dediği gibi yalan sözlere, sahte yüzlere, böyle kadere dargın olsa da.
Müslüm Gürses’in hayatını konu alan filmi seyrederken hayatının, şarkılarından daha çileli, daha yaralı olduğunu düşündüm. Film onun ruhunun gizli coğrafyasını öyle nafi bir şekilde gözler önüne seriyor ki, bir insanı tanımak ve anlamak için bir ömrün yetip yetmeyeceğinden bir kez daha şüpheye düşüyor insan. Bir yaraya yakından bakabilmenin o yarayı anlamaya yetip yetmediğini….
O delifişek çocuktan eser kalmıyor, ağır ağır hareket edip ağır ağır konuşan bir adam oluveriyor yıllar içinde. Ustasının birer hayat dersi niteliğindeki öğütleri hayata küsüp iç dünyasına her saklanışında şifa oluyor. Bir de Muhterem Nur’un yirmi yedi yıllık beraberlikleri boyunca bir katre bile eksilmeyen aşkı.
İki hayat yorgununun birbirinde nasıl dinlendiğinin hikayesi Timuçin Esen ve Zerrin Tekindor’un harikulade oyunculuklarıyla şahlanıyor adeta. Müslüm Gürses’in gençliğini canlandıran Şahin Kendirci’nin doğallığı inanılmaz. Müslüm Gürses’in annesini canlandıran Ayça Bingöl’den Limoncu Ali’ye hayat veren Erkan Can ve baba rolündeki Turgut Tunçalp’e kadar filme emeği geçen her oyuncu rolünün hakkını fazlasıyla vermiş.
Film seyirciyi tabiri caizse damardan yakalayacak şüphesiz. Çünkü hepimizin hayatına, haberimiz olsun olmasın, sızmış bir Müslüm Gürses şarkısı vardır mutlaka. Şahin Kendirci ve Timuçin Esen’in kendi sesleriyle söyledikleri şarkılar filmin dramatik yapısını dengelemiş. Müzik öyle güçlü bir etkiye sahip ki, sinema sektörünün kurtarıcısı oldu bugüne dek, sahnenin gücünü arttırmak için konuya uygun bir müzik seçme kolaylığına kaçıyor ne yazık ki pek çok sinemacı. Fakat mevzubahis bir şarkıcının hayatı ise, şarkılara sık yer verilmesinin hikayeye katkısı yadsınamaz. Kaldı ki film, şarkılara boğulmuş bir müzikal değil. Zaten Müslüm Gürses’in şarkıları hayatının özeti. Filmdeki şarkılar hayatının dönüm noktası olan mucizevi anların ruhuna birebir uygun seçilmiş. Keşke kamera bazı sahnelerin içinde daha uzun gezinse ve dönemin atmosferi daha çok verilse diye düşünmedim değil. Metaforların bazısı klişe olsa da, seyirciyle güçlü bir duygusal bağ kuracak işlevselliğe sahip oldukları su götürmez.
Müslüm Gürses’in müziği arabeskten ziyade blues’a yakın, hüznün müziğine. Sesinde Urfa toprağının kavrukluğu, Adana pamuğunun yumuşaklığı, İstanbul havasının pusu var. Bir an hüzne boğulan bir an ışıl ışıl çiçekler açan gözlerinde, mahçup ve bilge sakinliğinde, deli dalgalarla boğuştuğu hezeyanlarında, sonra yeniden uzun ve derin bir sessizliğe gömülmesinde öyle sahici bir tılsım var ki, ayaklarına kapanıp kendinden geçen hayranlarının ona bu denli gönülden bağlanmasının sebebi bu belki de. Herkes onun sesinde kendi yarasından bir iz bulmuştur muhakkak.
Babalık iz bırakabilmektir biraz da. Sessiz adımlarla geçerken bir yarayı usulca kapatabilmektir.
“Yalnızlık yaradır, bende sarılmaz” diyordu Küskünüm adlı şarkısında. Kaç kuşak yalnızlık yarasını onun şarkılarıyla sardı kimbilir?
Hüzün, başkaldırmanın en naif biçimi olmuştu sende Müslüm Baba!