10 Aralık 2016

Meşru şiddet

Devletin şiddetinin bireyin ya da örgütün şiddeti karşısında mazur ve haklı görülmesinin nedenleri nelerdir?

İnsan kendini haklı gördükçe kullandığı şiddet hem kendi gözünde hem onu aklama eğilimi olanların gözünde meşrulaşır. Yerini erk söylemleriyle sağlama alanların tarih boyunca varlıklarını nasıl sürekli kıldıkları aşikar. Kendi hatalarını örtbas edip düşman gördüklerinin en ufak açıklarını kanunun boşluklarından da yararlanmak suretiyle nasıl abarttıklarını, gerçeği kendi menfaatleri için ve dahi yine düşman gördüklerine kara çalmak için nasıl çarpıttıklarını görmek istiyorsanız vicdanınızın bulacağı delillere bakmanız yeterli. Aslında onların tarih sahnesini bu kadar uzun meşgul etmelerine imkan tanıyan destekçilerinin nasıl bir zihin yapısına sahip olduklarını incelemek gerekiyor.

Ekonomiden anlamayan bir insana doları düşürdük diye hava atarsanız o da gayri safi milli hasılanın arttığı fikrine kapılıp ülkenin iktisadi bir gelişim içinde olduğunu düşünebilir. Doların yükselmesinin nedenlerini cari açıkta aramak yerine en kolay kabul gören gerekçelerden birine, dış mihraklara bağladığında karşısında her dediğine başını emme basma tulumba gibi sallayan bir kalabalık görmesi kaçınılmaz olur. Barış ve demokrasi getireceğiz, Kürtler de bizim kardeşimiz demesine aldanırsanız, çözüm sürecinin nasıl iğdiş edildiğini göremezsiniz, ha sizin zaten Kürtlere ve dahi gayri müslimlere karşı bir antipatiniz varsa Kürtler demokratik haklarını kullanıp parti kurarak meclise girse yani ağızlarıyla kuş tutsa bile yaranamaz. Ha bu parti terör örgütünün maşası söylemlerine gözü kapalı inanırsanız yine yapacak bir şey yok. Belki otoriteryen kişilik bozukluğundan muzdaripsiniz. Herkes yeri geldiğinde demokratik, eşitlikçi geçinir, sosyal ve hukuk devletinden yanadır laf açıldığında ancak onu bunu geçin de elinizi vicdanınıza koyarak, aynaya bakıyormuş gibi cevaplayın: İster bireysel ister küresel ölçekte olsun, ister eril ister dişi olsun, ister devlet eliyle ister illegal olsun sözel ve fiziksel, şahsa ya da topluluğa yönelik şiddetin her türlüsüne şiddet barındırmayan bir söylemle karşı çıkabiliyor muyuz?

Bir devletin bekası için şiddet ve suç lazımsa orada sahici bir barış ve demokrasiden söz edebilir miyiz? Otoriteryen kişilikler gücü elinde bulunduranları kutsadıkça orada tahakkümden bağımsız bir iradeden bahsedebilir miyiz? Ekonominin gelişmesi ülkenize sığınmış mültecileri heba etmekten, dahası kapının önüne koymaktan geçiyorsa orada eşitlik ve adaletin var olduğuna gerçekten inanabilir miyiz?

Lane şiddetin üretilmesi için büyük ölçekli ekonomilerin gerekli olduğunu öne sürer. Bu bağlamda düşünecek olursak, Trump’ın ABD başkanı olur olmaz hapishane sahibi ve işletmecisi GEO Group’un hisselerinde yüzde yirmi birlik artış yaşanması oldukça manidar.

Öte yandan, Meksikalı zenginlerin hisselerindeki düşüş, sadece militer veya ulusal açıdan süper güç olduğu altın çağını yeniden canlandırma çabasının ivedi teşebbüsleri olarak değil, aynı zamanda dünya ekonomisini eskiden olduğu gibi yön verme arzusunun bir tezahürü olarak okunabilir.

Trump ayağının tozuyla dünyaya ormanın kralının kim olduğunu ilan ediyor adeta. Jan de Vries 1600 dönemi için her başarılı hanedanın arkasında bir dizi zengin bankacı yer aldığını söyler. Devlet, askeri güç ve özel ekonomi arasındaki sembiyotik ilişkinin [ortakyaşarlık] daha sonraki yüzyıllarda da devam ettiğinin altını çizer.

Şiddet kendini hangi gerekçelerle aklar, ne vakit meşrulaşır? Devletin şiddetinin bireyin ya da örgütün şiddeti karşısında mazur ve haklı görülmesinin nedenleri nelerdir?

Dostoyevski’nin Sibirya’da cezaevine döndükten sonra yazdığı Suç ve Ceza’nın başkahramanı Raskolnikov “Napolyon, Sezar gibi komutanlar binlerce kişinin ölümüne neden olmuştur fakat onları kimse suçlamamıştır. Tarih onları kahraman ilan etmiştir. O halde neden fertlerin toplumsal yarar için işledikleri suç sorgulanmaktadır?” diye sorar.

Bu soruyu kendine yöneltebilmiş kaç devlet adamı, kaç otorite figürü vardır? Kaçı kaçamak cevaplar vermeden taşın altına elini sokabilir? Şiddeti hiçbir gerekçeyle mazur ve gerekli görmeden kaçı ideolojisine saf bir bakışla sahip çıkabilir? Uluslar ki kanla yani şiddetin her türlüsüyle kurulmadı mı? Nerede bir millet olma hayali varsa, uğrunda dökülen kan mubah sayılmadı mı?

2015’te vefat edip külleri Java Denizi’ne savrulan, Cornell Üniversitesi Asya Araştırmaları Bölümü’nde profesör olan Benedict Anderson “Ulus hayal edilmiş bir siyasal topluluktur, kendisi aynı zamanda hem egemenlik hem de sınırlılık içkin olacak şekilde hayal edilmiş bir cemaattir” der ve milliyetçiliğin akrabalık, din gibi olgularla düşünüldüğünde daha kolay değerlendirilebileceğini söyler.

Takım tutmakla eş değer görülen bir fanatizmle kendini bir milletin mensubu olarak gören, bunu bir ayrıcalık addeden ve üstünlüğünü bununla koşullandıran zihniyetler için milliyetçilik aynı zamanda en yaygın varoluş biçimi. İftiharla söylenir nedense. İnsanoğlunun seçme imkânı bulunmadığı bir şeye bu kadar gönüllü olması, sanki kendi tercihiymiş gibi bu kadar içselleştirmesi ne tuhaf. Milliyetçilik şiddetin yasal hallerinden biri değil mi? Kendinizi üstün, diğerlerini sizden aşağıda göreceksiniz, düşünsel düzeyde bile olsa bu aşağılama da bir tür şiddet değil mi?

Trump’la birlikte ilk tanımından bugüne şekli değişse de özü değişmeyen milliyetçilik daha geniş bir alanda bayrağını dalgalandıracak belli ki ve nüfuz ettiği bölgelerde kurtarıcı kimliğine bürünecek. Herhangi bir disiplin statüsüne eremese de, milliyetçilik en yaygın ve kendine en kolay kılıf bulabilen sığınak(!) Vatan için öldürdüm deyince akan sular duruyor.

1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin dördüncü maddesi, özgürlüğü başkalarına zarar vermeyen her şeyi yapabilme erki olarak tanımlar. Bizim iyiliğimize olan şey başkalarına zarar verdiği halde yapma ehliyetimiz var mıdır? Sartre’ın sorumluluk derken ne kastettiğini iyice anlamak lazım. İnsan sadece kendinden mesul değil, tüm insanlardan da mesul. Adaletsizlik, eşitsizlik kol geziyorsa kenara çekilip seyre bakmakla bir değişim ihtimalinin doğması mümkün değil. Daha çok söz, daha çok eylem şart. Yoksa Platon’un mağara alegorisinde olduğu gibi sadece duvardaki gölgeleri izlemekle kalır, mağaranın dışına çıkamayız, dolayısıyla hakikati görme şansımız olmaz. Nedir hakikat? Vicdanımızın söylediği elbet, vicdan... Tek şaşmaz pusula o değil mi?

Yeni Dünya Düzeni Trump’la birlikte yeni bir düzene daha kavuşacağının sinyallerini doların yükselişiyle birlikte vermeye başladı. Bu “felaket geliyorum demez” tezini çürüttü. Artık felaketler gözümüzün içine baka baka geliyor, ancak her nasılsa daha da körleşiyoruz. Trump’ın yoksullukla değil yoksullarla mücadeleyi çözüm zannedip işin kolayına kaçtığı ortada. “Fakirlik ayıp değil ki!” diyerek şükretmeleri gerektiğini söylemekten farksız bir tavrı sürdüreceği muhakkak. Yeter ki estetik görüntüyü bozan herkes her şey uzağa sürülsün, modernleşme göz zevkimizi bozanları ayıklamakla eş anlamlı hale geldi.

İzafi Dergisi’nin 14. sayısında (Ocak-Şubat- Mart 2015) Zygmunt Bauman’ın Ayrıntı Yayınları tarafından Türkçe tercüme edilen “Azınlığın Zenginliği Hepimizin Çıkarına mıdır?” adlı o incecik ancak meseleyi özünden kavrayan kitabıyla ilgili bir yazı yazmıştım. Dileyen internetten bulup okuyabilir. Zygmunt Bauman ekonomik büyümeyi "az sayıda kişi için servet artışı, sayılamayacak kadar çok olan diğerleri için sosyal statüde ve kendine saygıda hızlı bir düşüş" olarak tarif ediyordu. Ekonomik büyüme çoğunluğun yoksullaşmasına yol açıyorsa kalıcı ve sürekli bir inkişaftan söz edebilir miyiz? Üstelik yoksullaştırma da yavaş işleyen ancak sistematik bir şiddet değil midir?

Tüm bunlar yeni şiddet türlerinin doğacağının da habercisi. Gidişat ‘Öldürmese de süründürüyor’dan ‘ölmekten beter ediyor’a doğru.

Birazdan namluyu size de doğrultacaklar, tetiği çekmeyip tabanca oyuncaktı diyerek kendilerini aklayacaklar. Pısmış, sinmiş bir halde, omuzlar eğik, baş aşağıda, etliye sütlüye bulaşmadan yaşamanız işlerine gelir pekâlâ. İstedikleri profil tam da bu. Elimizde kalan tek şey haysiyetimiz bile olsa tüm bunları sineye çekip oturacak mıyız? Ve bu gidişata sessiz kalıp seyre mi bakacağız? Cevaplanması gereken ilk soru bu. Sonrasında şiddete şiddetle karşılık vermeden nasıl bir mücadele yürütülmesi gerektiğine dair fikir geliştirmek, öneri sunmak gerekiyor. Kuru kuru muhalafet bir yere kadar.

@NarDogu

Yazarın Diğer Yazıları

Doç. Dr. Hakan Yurdanur: Sokak köpeklerini vahşi, saldırgan oldukları için değil, sermayeye kâr sağlamadıkları için istenmiyorlar

Belediyelere tek laf edilmiyor. Kısırlaştırma ve diğer tedbirleri almadıkları için hiçbir cezai müdahalede bulunulmuyor. Çözümü öldürmede bulan vahşi bir tablo var önümüzde

"Biz engelliler devletin üzerine yükmüşüz gibi gösterilmemeliyiz, öyle algılanmamalıyız"

"Siyasetçiler ve toplum biz engellileri azınlık olarak görüyor. Ama azımsanmaması gereken bir çoğunluğun sesi olmak istiyoruz"

Soykırım demeniz için daha ne olması gerekiyor?

Soykırımın korkunçluğu sadece özneleri değil onların kimliklerini de yok etmesidir, gelecekleri kadar geçmişlerini de ellerinden almasıdır, yaslarını tutacak kimse bırakmamasıdır

"
"