16 Haziran 2014

'Kış Uykusu'ndan uyanmak

Karın beyazlığı umut ve ışık vermiyor, masumiyeti ve temizliği çağrıştırmıyor, aksine kasvet uyandırıyor. Kokuşmuş hayatlarımızın kasveti bu

Topluma sırtını dönen, kendine benzemeyene yüksekten bakan, ötekileştirdiğini böcekbilimci gibi inceleyen aydın zihniyetinin kibirliliğini, yalnızlığını, zavallılığını metaforlarla, epigraflarla yüklü zengin anlatımıyla görselden ziyade dilin gücüne yaslanarak uzun sekanslarla sinemaya aktaran Nuri Bilge Ceylan muktedirin hakikate gözlerini yumduğu kış uykusunu anlatıyor yeni filminde. Bir film hikâyeden daha güçlü, daha etkili olabilir mi, bunun yanıtı da kanıtı da Kış Uykusu. Varolabilmenin birbirimizi görmezden gelerek mümkün olamayacağını hatırlatıyor

Geniş planlara fazla yer vermediği, iç çekim yapılan uzun sekanslarda diyaloglarla geçen filmin sözel dili görsel dilinin önünde. Çehov'un hikâyelerinden esinlenerek yazılan senaryo, oyunculuklar haricinde filmin tek güçlü yanı olmasına rağmen başyapıt düzeyine taşıyor Kış Uykusu'nu. Elbette kusurlarıyla, eksikleriyle birlikte.

Aynı evin içinde farklı odalarda birbirini görmezden gelerek yaşayan bir karı kocayı canlandıran Haluk Bilginer ( Aydın)  ile Melisa Sözen ( Nihal) kadın- erkek ilişkilerinde erkeğin kadını küçümseyen, gölgede bırakmaya çalışan yaklaşımıyla zenginin fakire, eğitimlinin eğitimsize, güçlünün zayıfa bakışı arasındaki paralelliği zaafları ve çelişkileriyle beraber yansıtmışlar rollerine. Haluk Bilginer'in kardeşi rolündeki Demet Akbağ'ın ( Necla) didaktik söylemleri, alaycı üslubu, ne ait olduğu sınıfa yakın olabilmesi ne uzak kaldığı kesimi anlayabilmesiyle  insanoğlunun tezat söylemlerinin vücud bulmuş hali. Nuri Bilge Ceylan ve eşi Ebru Ceylan senaryoyu yazarken Bahktin'in  Dostoyevski'nin romanları için söylediği karnavalesk kavramına uygun düşen bir yaklaşımla yaratmışlar karakterleri. Merkezsiz bir düzlemde kendimizi hem yakın hissettiğimiz hem uzak tuttuğumuz hem onay verdiğimiz hem yadsıdığımız karakterler her biri. Hak verdiğimiz ve hak vermediğimiz yönleriyle insan ruhunun coğrafyasını nokta nokta açığa vuran, ne kendisi olabilen ne kendisi kalabilen karakterler. Kamera hepsine eşit mesafede.

İmam Hamdi rolündeki Serhat Kılıç- Duşan Kovacević' in İntiharın Genel Provası'nda hayran kalmıştım, bu rolde de harika-  mütedeyyin kesimi basmakalıp söylemlerle, İslami tefekkürü dogmatik bir çerçeveyle sınırlı tutanların anlamakta güçlük çekeceği bir tevekküle sahip, şükretmeyi bilen, insancıl yönü ağır basan biri. Fakat aynı zamanda evsahibi Aydın Bey'e yalakalık etmekten de geri durmuyor. Nejat İşler'in oynadığı İsmail ise ayyaş, sorumsuz, bıçkın, yabani bir adam. Öte yandan gururlu ve paraya tamah etmeyen biri. Hamdi ve İsmail iki kardeş olarak ne kadar zıt iseler  Aydın ve Necla da  birbirinden o kadar farklı aslında. Onları kendi kış uykularına iten de insanoğlunun kadim derdi: anlaşılmamak. Senaryonun sırtını diyaloga yaslaması, gücünü görsel arketiplerden çok dilden alması aslında insan ilişkilerinde bol Söz'e rağmen dilin anlamaya ve anlaşılmaya yetmediğine gönderme yapıyor adeta. Söz'ün dünyayı değiştirmek için hâlâ tek araç olduğunu vurgulayarak. Sınıf öğretmeni Levent rolündeki Nadir Sarıbacak'ın, Suavi'nin evinde son sözü söyleme telaşındaki gülünçlüğü küçük aydının trajedisi aynı zamanda.

Yirmibeş yıllık tiyatro geçmişinden sonra yazmaya sığınan, Türk Tiyatrosu'nun Tarihi adlı kitabına başlamaya hazırlanan, Othello Otel'inin sahibi Aydın karakteri dille sıkı ilişkisine rağmen ötekileştirdiğini anlamaktan ziyade ona yeniden biçim vermeye, başkalarının yaşamını tayin etmeye, gündelik alışkanlıklarına çeki düzen vermeye kalkışıyor. Hayatında hiç camiye gitmemesine rağmen bir imamın gündelik yaşamının nasıl olması gerektiğini belirlemeye çalışıyor mesela. Nuri Bilge Ceylan düşünmenin bir eylem olup olmadığı, suçun kötülüğe karşı koymayarak azalıp azalmayacağı, sosyal eşitsizliğin mevcudun adilane bölüşümüyle mi yoksa zenginin fakire yardım etmesiyle mi giderileceğine kadar birçok konuda sözünü söylüyor, seyirciyi uykudan uyanmaya davet ediyor. Yaşamlarımızın her alanına sirayet eden bu körleşme, diğerkâmlıktan uzaklaştıran bu uyku,  bizi birbirimize yabancılaştıran bu kentsoylu sessizlik kışımızı uzatmaktan başka bir işe yaramıyor.

Hayır kurumları, dernekler, yardım kuruluşları aracılığıyla yoksullara vicdan borcunu ödemeye çalışan egemen zenginin riyakârlığını yüzüne vuruyor N. B. Ceylan. Sosyal ve ekonomik eşitsizliği bir ideoloji sorunu olarak görmeyip suçluluk duygusunu yoksullara yardım ederek hafifletmeye çalışan muktedirin kalıcı ve nihai bir çözüm sunmaktan uzak bu reçetesini yırtıp atıyor.  Ayakkabı imgesi bu bağlamda kullanılmış filmde. İmam Hamdi'nin kapı eşiğinde duran çamurlu ayakkabıları, Hidayet'in ayakkabıları karda kaymasına neden olurken Aydın'ın aynı zeminde kar botlarıyla kaymadan dimdik yürümesi. Ayakkabı dış dünya ile bağımızı, ait olduğumuz sınıfı, ekonomik düzeyimizi imliyor. Öte yandan Kapadokya'dan başka bir yere gidemeyen yoksul bir aile ile Peri Bacaları arasında kendi hayaldünyasının perileriyle yaşayan zengin bir ailenin birbirlerine uzaklığını anlatıyor.

Mülkiyet ilişkisinin dayattığı roller, davranış biçimleri ekseninde insan ilişkilerini ekonomik ilişkilerin belirlediği günümüz dünyasının minyatürü adeta Kapadokya'da geçen hikâye. Sonsuz bir kış uykusunda farklı dünyaların birbirine uzaklığını,  varolmanın  gölgeli tarafını Rembrandt'ın tablolarına benzer sahnelerde gösteriyor bize. Gölgelerin yoğun kullanıldığı bir film Kış Uykusu. Diyaloglarda ise dürüst olanın yüzü cepheden çekilirken yalan söyleyenin yüzü aynadan yansıyan profiliyle verilmiş.

Karın beyazlığı umut ve ışık vermiyor, masumiyeti ve temizliği çağrıştırmıyor, aksine kasvet uyandırıyor. Kokuşmuş hayatlarımızın kasveti bu. Uzun sürmüş bir kış uykusunun kasveti.

@pinardogu

 

Yazarın Diğer Yazıları

Doç. Dr. Hakan Yurdanur: Sokak köpeklerini vahşi, saldırgan oldukları için değil, sermayeye kâr sağlamadıkları için istenmiyorlar

Belediyelere tek laf edilmiyor. Kısırlaştırma ve diğer tedbirleri almadıkları için hiçbir cezai müdahalede bulunulmuyor. Çözümü öldürmede bulan vahşi bir tablo var önümüzde

"Biz engelliler devletin üzerine yükmüşüz gibi gösterilmemeliyiz, öyle algılanmamalıyız"

"Siyasetçiler ve toplum biz engellileri azınlık olarak görüyor. Ama azımsanmaması gereken bir çoğunluğun sesi olmak istiyoruz"

Soykırım demeniz için daha ne olması gerekiyor?

Soykırımın korkunçluğu sadece özneleri değil onların kimliklerini de yok etmesidir, gelecekleri kadar geçmişlerini de ellerinden almasıdır, yaslarını tutacak kimse bırakmamasıdır

"
"