23 Haziran 2012

Kamusal alan neresidir?

Bana da öyle geliyor ki, kamusal alan “ birlikte yaşama” mecburiyetimizi unutmamamız gerektiğini sürekli hatırlatan yerdir...

Kamusal alan muğlak ve netameli bir kavram.TDK kamusal alanı, kamuya ait, kamuya ilgili işlerin yapıldığı yer olarak tanımlıyor. Kamusal alan gerçekten kamuya mı ait ve sadece kamu hizmeti verenlerin bulunduğu yerle mi sınırlı? Hem meslek, etnik köken, memleket gibi kimliğimizi oluşturan unsurlardan hem de anayasal düzenin bir üyesi gibi davranma zorunluluğundan kurtulduğumuz yer değil midir aslında?

Kamusal alan kavramı ilk kez Habermas’ın “ Kamusallığın Yapısal Dönüşümü” adlı makalesinde tarihsel bir süreç olarak incelense de, kavramın politik kabulünün kökleri, Kant’ın 1784’te yayımlanmış iki metnine kadar uzanır. Her ne kadar hukuk terminolojisinde yer almasa da( kamu sağlığı, kamu hizmeti, kamu görevlisi, kamu yararı kavramları olmasına rağmen) kamusal alan son yıllarda bireysel özgürlüklerin sınırlarının belirlendiği bir düzlem olarak algılanmıştır.

Kavramın kuramsal tanımının yaygınlaşmasında rol oynayan Hermes dergisinde yayımlanan , PeterDahlgren,  Bernard Floris, TierryPaquet,  EtienneTassin,  DominiqueWolton imzalı beş ayrı makalenin EricDacheux tarafından derlenmesiyle oluşan “Kamusal Alan” adlı seçki Hüseyin Köse çevirisiyle Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlandı.

EricDAcheux, kavramın Habermas ve Kant,  H. Arrendt ve Richard Sennett kıyaslamalı tanımlamalarına değinirken Hermesderginin editörü, aynı zamanda CNRS ( ISCC) İletişim Enstitüsü Yöneticisi DominiqueWolton ise medyanın,  kamusal alan kavramının algılanışında yol açtığı muğlaklığa dikkat çekerek medyatize olmuş kamusal alanın on çelişkisini açıklıyor tek tek.

Şüphesiz medya, bilgiyi sadece dağıtan değil, eşanlı olarak üreten, bilginin algılanması ve yorumlanmasını yöneten sürecin iktidarla uyumlu kopmaz bir parçasıhaline geldi. Bilginin hakikati tahrif ederek sunulması, enformasyonun toplumun milliyetçilik damarını şişirmesiyle uyumlu olarak bireyin konumlandırılmasında kolay ve rahat bir işlev üstlenmesi, gündemin kaygan zemininde herşeyin bir anda olup biterek hemen tarihe gömülmesine bakılacak olursa, kamusal alanda medyanın rolü yadsınamaz.

Kamusal alan birbiriyle etkileşen ve karşıt düşüncelerin bir arada ifade edildiği bir düzlem mi, yoksa iktidarın politik kurgusunun sahnelendiği bir alan mı? Özgürlüğün yaşandığı değil taklit edildiği bir alan haline gelmedi mi?

Kamusal alanın siyasete yön verdiği değil; iktidarın kamusal alanı belirlediği ve çemberini sürekli daralttığı bir sürece hapsolmuş bir ülkede özgürlük soyut bir kavram olarak kalmaya mahkûm değil mi?
Oscar Negt’in ifade ettiği gibi mücadelenin “ gerçekten” savaş dışı yollarla sürdürüldüğü ve karara bağlandığı bir alan mı? Yoksa sivil toplum örgütleri, sivil anayasa düzenlemeleri, başörtüsü yasağının kaldırılması vesaire gibi uygulamalarla özgürlüklerin özgür olmayan koşullarla dayatıldığı, deyim yerindeyse halkın ağzına bir parmak balın çalındığı bir bölge mi kamusal alan? Kamusal alanda ne kadar imtiyaz sahibiyiz, ne kadar özgürüz gerçekte?

Peter  Dahlgren, kamusal alanı, yurttaşın politik sürece girişi ve katılımı bağlamında tanımlıyor kitaptaki yazısında.  Medyanın kamunun oluşumunda oynadığı başat rolü inceliyor. Haber ve eğlence arasındaki ayrımın inceldiği bir medyada, izleyicinin, anlam üretiminin belirsiz sürecindeki konumunu ortaya koyuyor.

Sözün Alanı adlı makalesiyle ThierryPaquot ise yazılı basının, sokakta bilhassa kamuoyunun nabzının tutulduğu kahvehane kültüründeki yerine değiniyor. 19. yüzyıldan bu yana kahvehanelerin hem bir bütünleşme hem de bir dışarıda bırakma mekânı olduğunu belirten T. Paquot,  bir düşüncenin meşruiyetinin belirlenmesinde kahvehanelerin ( ya da genişletirsek, halkın sosyal amaçlarla bir araya geldiği tüm mekânları dâhil edebiliriz) gücünün altını çiziyor. Fakat bugünden ziyade tarihsel boyutu ele alınmış( yazının 1992’de kaleme alındığını da unutmamak gerekir). Kahvehane ve benzeri mekânların yanı sıra sosyal medyanın kamuoyunun algısının belirlenmesindeki dominant rolü ayrı bir inceleme konusu elbette.

Seçkinin son iki yazısından biri Bernard Floris’in “ Kamusal Alan ve Ekonomik Alan” başlıklı makalesi. Hermes dergisinin 2003’de çıkartılan 36. sayısında yer alan makalede, “Bırakınız yapsınlar” anlayışının hâkim olduğu 19. yüzyılın burjuva kamusal alanında pazar dinamikleri kamusal alandan ayrıyken, 1970’li yıllarda kamusal alanın pazar ekonomisine nasıl tabi hale geldiğinden bahsediliyor. Reklam ve promosyonlarla yeni bir boyut kazanan ve tüketici üzerindeki rolünü iyice aktifleştiren marketing ( pazarlama) biçimleri kamusal alanı belirlemeye, ekonominin aktörleri kamunun aktörlerini yönlendirmeye başlıyor.

Son makale ise felsefe profesörü EtienneTassin’e ait. “Ortak Alan mı Kamusal Alan mı? Topluluk ve Aleniyetin Karşılığı” adlı yazıda, bir alanın hangi koşullarda ortak alan olarak kabul edileceği ve kamu yararının kamusal alanda nasıl belirleneceği irdelenmiş. Alanı oluşturan bağlayıcı ayrılıklar ile ayırıcı bağıntıların ne olduğu üzerinde durulmuş. Ortak alan benzer bir topluluğun üyelerini birleştirirken, kamusal alan, aralarında ilişki bulunmayan farklı topluluklardan bireyleri bir araya getirir.  “Bana öyle geliyor ki…”ifadesinin tecelli ettiği kamusal alan ortak alana kıyasla görülebilir alan anlamına geliyor “Tassin’e göre”

Bana da öyle geliyor ki, kamusal alan “ birlikte yaşama” mecburiyetimizi unutmamamız gerektiğini sürekli hatırlatan yerdir. Ancak hayat canlı yayın ise, kamusal alan günümüzde bir tekrar yayınından ibaret maalesef.

\Kamusal Alan
Derleyen: EricDacheux
Fransızca’da çeviren: Hüseyin Köse
Ayrıntı Yayınları, Haziran 2012, 112 sayfa

Yazarın Diğer Yazıları

Doç. Dr. Hakan Yurdanur: Sokak köpeklerini vahşi, saldırgan oldukları için değil, sermayeye kâr sağlamadıkları için istenmiyorlar

Belediyelere tek laf edilmiyor. Kısırlaştırma ve diğer tedbirleri almadıkları için hiçbir cezai müdahalede bulunulmuyor. Çözümü öldürmede bulan vahşi bir tablo var önümüzde

"Biz engelliler devletin üzerine yükmüşüz gibi gösterilmemeliyiz, öyle algılanmamalıyız"

"Siyasetçiler ve toplum biz engellileri azınlık olarak görüyor. Ama azımsanmaması gereken bir çoğunluğun sesi olmak istiyoruz"

Soykırım demeniz için daha ne olması gerekiyor?

Soykırımın korkunçluğu sadece özneleri değil onların kimliklerini de yok etmesidir, gelecekleri kadar geçmişlerini de ellerinden almasıdır, yaslarını tutacak kimse bırakmamasıdır

"
"