05 Haziran 2012

Hukuksuzluğun olağanlaştırıldığı bir coğrafya: 'Bölge'

Gözaltına alınan bir adamı konuşturmak için on devlet görevlisinin Hazal adlı dokuz yaşındaki kızına tecavüz ettiği bir ülkede...

Gözaltına alınan bir adamı konuşturmak için on devlet görevlisinin Hazal adlı dokuz yaşındaki kızına tecavüz ettiği bir ülkede her yer aslında akıl ve vicdandan yoksun siyasi ve/ veya askeri birer

“BÖLGE”.

\

Her siyasetin kendi hukukunu meşrulaştırdığı bir düzende aslında hukuk da hukuksuzluk da bir müddet sonra olağan karşılanmaya, aşılamaz sanılmaya başlanır. Giorgio Agamben, bu bağlamda, siyaseti şiddet ve hukuk arasındaki bağı kesen eylem olarak tanımlar. İtalya’da Alberto Yasası, Almanya’da Reich Anayasası döneminde başlayan paradigmasal hukuk düzeni uyarınca, anayasanın yanı sıra “ikili devlet” olarak tanımlanmış, çoğunlukla resmiyete kavuşmamış ikinci bir yapı var olagelmiştir. Buna göre, hukuk, kendini askıya alarak istisna hali kurallarını devreye sokar.  İşte o zaman her yer kuşatılan, gözetlenen, denetlenen birer “ bölge” haline gelir, hatta insan bedeni bile.

44A, Galeri’deki yeni sergisi “ BÖLGE” yi, hukuksuzluğun olağanlaştırıldığı bir coğrafyada, imha ve inkârdan ibaret bir ideolojinin hedef alanına dâhil edilerek öldürülen yüzlerce çocukiçin Hazal’a adayan ressam Sevinç Altan ile Galata’daki atölyesinde bir araya gelip hem sergideki resimleri hem de resim- hayat ilişkisini konuştuk.

Her savaş olağanüstü hal kabul edilerek aslında olağanlaştırılıyor. Şiddetin her türlüsü gereksinim olarak algılanıyor. Bu anlamda yerleşim alanları birer bölgeye dönüştü. Bu yüzden sadece ölülerin değil, yerleşim yerlerinin de adları unutturuldu. Bölge sergisi nereye işaret ediyor?

 

 

Bölge kelimesini tırnak içinde kullanıyorum. Mesela “Bölgede çatışma çıktı” derken Marmara ya da Ege Bölgesi söz etmiyoruz tabii ki! Coğrafi olarak kadim adı bile telaffuz edilmiyor “Bölge”nin. İşte “ora”ya işaret ediyor “Bölge”.

Heron’un hedef işareti ile başlayan sergide resimler birbirini takip eden kareler halinde. Karanlık Resimler ve  “ 5 No’lu Bina” dan sonra ortaya çıkan karanlık figür hemen her resimde tehditkar bir şekilde dolaşıyor. Bu figürü hangi anlamda kullandınız?

Kâh bir kız çocuğu hedefinde, kâh bir ceylan. Yüzü yok, erkek! Ve sadece işine odaklanmış bir figür bu. 90’lı yıllara götürüyor bizi, faili meçhullere. Hedefindeki ceylan ise bize bakıyor, bu güne bir sürekliliğe işaret ediyor. Resimlere tek tek de bakılabilir ama sıralı, birbiriyle ilintili, bir bütünün parçaları olarak okunmasını tercih ettim.

Daha önceki sergilerinizde de şiir- resim ilişkisi vardı. Bu serginizin kataloğunda da Turgut Uyar’ın Yokuş Yol’a adlı şiirinden alıntı var. “Güllerin bedeninden dikenleri teker teker koparırsan / Dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar.”Bu mısralarla resimlerinizi nasıl ilişkilendirdiniz?

 

\

1979’da  yazmış Turgut Uyar bu şiiri. dikenleri kopardığın yerleri bir bahar filân sanırsan /Kürdistan'da ve Muş-Tatvan yolunda bir yer kanar / Muş - Tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan / eşkıyalar kanar kötü donatımlı askerler kanar”diye de devam etmiş.Kürdistan” demiş şairimiz, ta o zaman. Şimdi kullanmaya kalkışmak cesaret meselesi olabiliyor. O zaman devletin gözünden kaçmış olmalı ki dava konusu falan olmamış.  Resimleri yaparken bu dizeler sürekli dolaşıp durdu yanımda yöremde sanki.

Sizin de içinde yer aldığınız bir çalışma başlayacak aslında. Biraz bundan bahseder misiniz?

Ülkemizde son otuz yılı aşkındır süren savaşta ölen çocuklarla ilgili bir rapor hazırlığı bu. . Kamuoyunda görünür olmuş Uğur Kaymaz ,Ceylan Önkol gibi devletin güvenlik güçleri tarafından hedef alınarak ya da hedefte bırakılarak öldürülen çocuklar bunlar. Ceylan gibi havan topu mermisiyle parçalanarak, Uğur Kaymaz gibi terörist damgasıyla hedef alınarak öldürülen ya dapanzerin ezip geçiverdiği çocuklar. Askeri alanlarla yaşam alanları iç içe geçtiği için uluorta yapılan atış talimlerinde hayatlarını kaybeden çocuklar. 1989-2012 yılları arasında 517 çocuk var böyle. Sadece elimizdeki listeye, bu çocukların nerede, ne zaman, nasıl öldürüldüklerine bakıp bu zaman diliminde ne olup bittiği hakkında bir fikriniz ya da merakınız olabilir. Biz de böyle bir ilgiyle bir çalışma grubu kurduk; sanatçılar, akademisyenler, sosyologlar, hukukçular, adli tıp uzmanları gibi farklı alanlardan arkadaşlar var aramızda; çok yönlü bakmaya, anlamaya çalışacağız. Sorumluların hesap vermesi, cezalandırılması için ne yapılmış, ne yapılabilir? Ne, neden, nasıl olmuş ve olmaya devam ediyor. Bu çocuklar nasıl bu kadar kolay gözden çıkarılabiliyor bu kadar kolay öldürülebiliyorlar? Bunu mesele ediyoruz bir anlamda. Roboski’de olanların altında da esasen böyle bir bakışın yattığını düşünüyorum ben. Sergideki “Bölge’ye Tepeden Bakış” da bu duruma işaret ediyor. Devlet “Bölge”yeHeron’un gözünden bakıyor bence.

O çocukları hiç umursamazlarken anne karnındaki ceninin kürtaj edilmesini cinayet diye görüyorlar aslında, ironik!

Ne yaman bir çelişki değil mi? Roboski’de katledilen çocukların hayatlarını “tazminatsa tazminat” diyerek paraya tahvil etmeye kalkışırken “kürtaj cinayettir” cümlesini kur, yaşam hakkından söz et! İnanılır gibi değil!

Bir kadın olarak kürtaj hakkında ne düşünüyorsunuz? Çünkü bu da kadınların bölgesine bir saldırı.

Kürtaj en temel ve doğal bir haktır ve kadın hakları bağlamındadır. Devlet gelip benim bedenime elini uzatamaz, burnunu sokamaz. İktidarın otoriter, milliyetçi, muhafazakâr, cinsiyetçi ve heteroseksist politikalarının bir uzantısı olarak görüyorum kürtaja karşı tutumunu.

Bir önceki “Ara Bölge: Gölge” serginizin devamı niteliğinde düşünebilir miyiz “Bölge” serginizi?

Birbiriyle bir anlamda bağlantılı aslında. “Ara Bölge- Gölge”de iki arada sıkışmış, sistemin dışında kendiliğinden muhalif bir alan vardı. İktidarın dayattığı kimliğe sığamayanların dolaştığı gölgelerin, karanlık yanın kaybolmadığı bir alan. “Bölge”de ise bir parantez açıp daha güncel bir alana baktım.Yok saymaya karşı kendi kimliğine sahip çıkmanın getirdiği bir muhalifliğin üstüne çökertilen karanlık atmosfere.  Boşaltılarak ıssızlaştırılan, insansızlaştırılan alanlar, hareket eden her şeyi tehdit olarak algılayan bir iktidar var orada.

Az, hiç değildir aslında. Fakat iktidar Az’ı ya yoksaymış ya da yok etmiştir. İmha ve inkâr üzerine kuruludur ulus- devlet düzeni. Aslında farklı söylemleri savunduğunu iddia eden iktidarın bile bu temele dayandığını görüyoruz. Agamben’in kavramlaştırdığı istisna hali böyle bir sürecin devamlılığı mı?

Agamben’nin problem olarak gördüğü de “modern demokrasilerde” istisna halinin kurumsallaşmış, süreklileşmiş olması. Yıllarca bu ülke olağanüstü hal yaşadı. Şimdi ise çok sayıda gazetecinin hapiste olması, KCK tutuklamaları, Terörle mücadele Kanunu, 301 vs.düşünülürse adı konmamış bir olağanüstü hal yaşanıyor ve bu bir süreklilik arz ediyor bence. Zemin çok müsait; istediği kanunu tutup istediğini çıkarıyor. İstediği gibi at koşturup, her tür hesap vermeden kendini muaf tutmanın da yolunu inşa ediyor.

KasimirMalevich’in Kare Kare adlı tablosu vardır. 106x106 bir tablo. Simsiyah. Görenin “Bunu ben de yaparım” dediği bir tablo. Siz resmin bu seyri hakkında ne düşünüyorsunuz? Sanat nereye gidiyor?Sanat- hayat ilişkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Malevich o resimden sonra resim yapmıyor bildiğim kadarıyla. Bir anlamda son aşkın noktaya “nirvana”ya vardığı düşünülür.Güzel sanatlar sisteminin hepi topu iki yüz yıllık bir tarihi var. Ondan öncesinde ise daha geniş çerçeveli ve esasen işlevsel olan iki bin yıllık bir tarih var.  Bunun üzerinde düşünmek gerek. Kilisenin, sarayın himayesinden büyük şirketlerin himayesine doğru evrilen bir yolculuktan bahsedebiliriz. Sanat- zanaat- hayat ayrımını içermeyen bir sistemden modern güzel sanatlar sistemine, kutsal sanat alanına doğru bir yolculuk. 18. yy da sanata dair işlevsel düşüncenin güzel sanatlar ve zanaat olarak ayrılıp kategorileştirilmesi ardından; işlevsel bağlamlarından koparılan nesneler müze ve  konser salonlarında huşuyla sunulan sanat nesnelerine dönüşürken (biz de onlara özel bir amaç ve mekan için yapılmış olduklarını unutarak, yalıtılmış olarak bakıyoruz) bir zamanlar loncalara dâhil edilen ama giderek yaratmayı sanatçının iradesi ve dehasına devreden sekülerizmle birlikte tanrısallaşan sanatçı profili ortaya çıkıyor.

Sanat da kendi iktidarını, endüstrisini kurdu böylece.

19.  yüzyılın başında sanat artık başında kutsal hale, kendi iktidarını kuruyor.Sanatın kendi içinde geçirdiği dönüşümler ve modernist sanat ve sanatçı idealinin sorgulanmaya başlaması, giderek kamusal meselelere çok daha doğrudan değinen işler ortaya çıkması… Ama her  zaman  kendini bir iktidar ilişkileri ağının içinde bulan bir sanat sistemi.  Bu farkındalıkla bir şeyler yapmaya çalışmak gerekiyor bence.Sanatın dili akışkandır, kıvrımlıdır, iktidarın yüksek ve dikey diline karşı yatay bir dil kurmalıdır.Ben mesela artık özellikle 'kamusal alan' denen yerde bir şeyler 'dikmek'tense yıkmaktan yanayım.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Doç. Dr. Hakan Yurdanur: Sokak köpeklerini vahşi, saldırgan oldukları için değil, sermayeye kâr sağlamadıkları için istenmiyorlar

Belediyelere tek laf edilmiyor. Kısırlaştırma ve diğer tedbirleri almadıkları için hiçbir cezai müdahalede bulunulmuyor. Çözümü öldürmede bulan vahşi bir tablo var önümüzde

"Biz engelliler devletin üzerine yükmüşüz gibi gösterilmemeliyiz, öyle algılanmamalıyız"

"Siyasetçiler ve toplum biz engellileri azınlık olarak görüyor. Ama azımsanmaması gereken bir çoğunluğun sesi olmak istiyoruz"

Soykırım demeniz için daha ne olması gerekiyor?

Soykırımın korkunçluğu sadece özneleri değil onların kimliklerini de yok etmesidir, gelecekleri kadar geçmişlerini de ellerinden almasıdır, yaslarını tutacak kimse bırakmamasıdır

"
"