13 Aralık 2014

Fakat Arif bu derin bir hayat

İlhami Algör’ün romanından Çiğdem Vitrinel’in sinemaya uyarladığı Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku beyazperdede alışık olmadığımız bir femme fatale yaratıyor.

Zarafet, iffet, duyarlılık, kırılganlık, suskunluk... Kadına verilen her rolü altüst eden, kadınlığı  biçimlendiren, sınırlandıran, yönlendiren her bakışı parçalayan bir karakter var karşımızda:  Müzeyyen

İlhami Algör’ün romanından Çiğdem Vitrinel’in sinemaya uyarladığı Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku beyazperdede alışık olmadığımız bir femme fatale yaratıyor. Müzeyyen başat bir kadın ama tekinsiz biri değil; Müzeyyen büyük lafların kadını ama göründüğünden daha fazlası aynı zamanda; Müzeyyen duygularını doyasıya yaşayan ama kendine bile teslim olmayan bir kadın...

Filmin adına baktığımızda hikâye Müzeyyen’i merkez alıyor gibi görünse de aslında onunla tanışınca kendini yeni baştan görmeye, öğrenmeye başlayan Arif’i anlatıyor. Filmdeki olayları Arif’in bir hapishaneye benzeyen bilinçaltıyla paralel izliyor, onun iç sesinin rehberliğinde değerlendiriyoruz. Arif’i anlamamıza yardım eden bu üslup bize onu asla zorla sevdirmeye kalkmıyor. Merhamet duyduğumuz anda onun namına gururunu ön plana çıkartıyor, kızdığımızda onu anlamamız için sebepler verirken ona hak verdiğimizde tutarsızlıklarını da gösteriyor bize.

Birbirine benzer, derinlemesine tahlil edilmemiş ‘tip’lerden oluşan sinemamızda Arif de Müzeyyen de nevi şahsına münhasır ‘karakter’ler.

Hayatı nedensellik ilkesiyle tahlil etmeye alışkın olduğumuzdan her davranışın, her olayın ardında bir sebep aramaya yöneliriz. Arif de böyle bir karakter. Sürekli sorguluyor, düşünüyor, perdenin arkasındakini görmeye çalışıyor. Herşeyin ardındakini görmeye çalışmaktan o şeyin kendisini göremiyor aslında. Hayatı önyargıların ve beklentilerin kıskacından kurtulmadığı için somut haliyle yaşayamıyor. Her daim “ eksiklik duygusu” içinde, odağını kaybetmiş, savrulan biri.  Bu hikâye Arif’in geç kalmış bir kimlik mücadelesi aynı zamanda. Yazmak onun için bir tutunma aracı, göçebelikten kurtulma isteği, kendini var edebildiği tek alan. Onun görülme, daha doğrusu anlaşılma isteği, huzursuzluğunun ve melankolikliğinin temel nedeni öte yandan. Huzursuzluğunu hayatı formüle ederek alt etmeye çalışıyor ancak hayatın buna izin vermeyen değişken ve akışkan yapısı kaderini kendi başına çizmesine engel oluyor sürekli. Aslında hikâye ontolojik kaygılarımızı aşkın ne kadar hafifletebileceğini, bizi kendimiz olmaktan alıkoyan bir toplumda bireyselliğimizi nasıl muhafaza edebileceğimizi sorguluyor.

Arif böyle bir iç yolculukta kendini ararken bir gün Müzeyyen’le karşılaşıyor ve hayatı Müzeyyen’den öncesi ve sonrası diye ikiye ayrılıyor adeta. Onunla birlikte hayatı hızlanıyor, canlılık kazanıyor ve mana buluyor. Filmin temposu da eş zamanlı olarak artıyor. Harun Tekin’in film için bestelediği rock türündeki müzikler hikayenin temposuna eşlik etmiş. Yine de şarkıların Arif karakteri için uygun düşse de genel olarak filmin atmosferini bozduğunu düşünüyorum. Arif’in ve Müzeyyen’in ağzından duyduğumuz biraz “ şairane” kaçan repliklerin derinliğine dalarken rock müzik bir anda diriltiyor. Sanki Arif gibi bizim de kendi kuyumuza dalmamızı önlemeye çalışıyor. Müzik Arif’in iç sesini bastırma aracı sanki. Onun  iç sesine mahkum olduğu, dış dünyaya sağırlaştığı, kendisini anlamayan ve uyum sağlayamadığı kentle arasına mesafe koyduğu bölümlerde ise filmin temposu yavaşlıyor. Arif yer yer flulaşıyor giderek. İnsanın kendini var etmesi için önce kendinde yok olması gerektiği gibi.

Müzeyyen, aşkı erkeğe boyun eğmeden, kural tanımadan yaşayan,  kendinden başkasına hesap vermeyen, kendine başkalarının gözünden bakma kaygısına düşmeyen bir kadın. Kadınlığının konumunu toplumsal yargılara göre tayin etmemesi onu erkeklerin gözünde vazgeçilmez, ele geçirilemez biri haline getiriyor. Müzeyyen yaklaşıldıkça uzaklaşan bir ufuk Arif’in yaşamında. Arif onun uydusu gibi adeta. Müzeyyen onun için ne ifade ediyor? Burak Tanrıverdi Arif’in hayatını nasıl etkiliyor? Müzeyyen’in babaanesi yaşananlara nasıl yön veriyor? Filmdeki yan karakterler Arif’in kendini gerçekleştirme sürecine hizmet ediyor, onun görülme çabasına farkında olmadan ya destek oluyorlar ya da köstek oluyorlar. Ancak yine de çok da belirleyici değiller onun yaşamında. Arif edilgen bir karakter gibi görünse de aslında kendi tercihleriyle yaşadığını kendine ispat ediyor nihayet.

Çiğdem Vitrinel, ilk filmi Geriye Kalan’da pastel renkler kullanmıştı, bu filmde ise renkler canlı ve parlak. Bu da filme bir çeşit rüya havası vermiş. Geriye Kalan’da daha az ışık kullanırken, bu filminde Müzeyyen’in esrarengiz havasına uygun olarak bol ışık kullanmış. O kadar çok ışığa rağmen yine de kendini ele vermeyen bir Müzeyyen var elbette karşımızda. Arif’in gölgeli ruhuna ters düşmeyen bir ışık bu, Arif’i peşinden sürükleyen ama bir türlü tutamadığı bir ışık. Filmin başında eşinin perdeyi açmasıyla odaya hücüm ederek gözlerimizi kamaştıran, güçlü ışık Arif’in bireyselleşme sürecinin ilk durağını temsil ediyor sanki: Boşanmak. Ama sadece eşinden değil, toplumun basmakalıp yargılarından da aynı zamanda.

Sezin Akbaşoğulları pervasız Müzeyyen’in derinliğini layıkıyla taşımış beyazperdeye. Erdal Beşikçioğlu daha dominant rolleri oynadı bugüne dek. Arif’in onun için farklı bir oyunculuk tecrübesi olduğu kanaatindeyim. Ege Aydan (Burak Tanrıverdi)  çok az sahnede yer almasına rağmen  harikulade oyunculuğuyla dikkat çekiyor. Kahvehanedeki karakterler toplumun genel yargısını iletmek açısından gerekli görülmüş olabilir ancak filmden çıkarıldığında bir eksiklik yaratmayacağını düşünüyorum. Öte yandan Arif ve Müzeyyen’in bir düğünde tanışması manidar, gelin ve damatın sahneleri mutluluğun ilişkinin evlilikle noktalandığında mümkün olabileceğine dair yaygın kanaati örneklemesi açısından gerekli ancak filmin bütününde biraz havada kalmış.

Sorular soran ama cevap bulma telaşına düşmeyen, özgün ve unutulmayacak karakterler yaratan, her birine eşit mesafede durmamızı sağlayan, seyirciyi tercih yapmak zorunda bırakmayan bir film. Alışkın olduğumuzdan farklı bir sinema dili var şüphesiz. Arif gibi kendi uçurumunun başında dikilip aşağı bakmaktan korkmayanlar için.

@pinardogu

 

Yazarın Diğer Yazıları

Doç. Dr. Hakan Yurdanur: Sokak köpeklerini vahşi, saldırgan oldukları için değil, sermayeye kâr sağlamadıkları için istenmiyorlar

Belediyelere tek laf edilmiyor. Kısırlaştırma ve diğer tedbirleri almadıkları için hiçbir cezai müdahalede bulunulmuyor. Çözümü öldürmede bulan vahşi bir tablo var önümüzde

"Biz engelliler devletin üzerine yükmüşüz gibi gösterilmemeliyiz, öyle algılanmamalıyız"

"Siyasetçiler ve toplum biz engellileri azınlık olarak görüyor. Ama azımsanmaması gereken bir çoğunluğun sesi olmak istiyoruz"

Soykırım demeniz için daha ne olması gerekiyor?

Soykırımın korkunçluğu sadece özneleri değil onların kimliklerini de yok etmesidir, gelecekleri kadar geçmişlerini de ellerinden almasıdır, yaslarını tutacak kimse bırakmamasıdır

"
"