Kadın tüm kelimelerden kovulmuştur. Aşkın öznesi değil nesnesi, sahibi değil müsebbibi sayılmıştır. Edebiyatın gölgeli yüzüdür kadın, bedenin kuytusudur. Kadınlık, kendini anlatamamanın destanıdır, şuursuz güzelliktir, ebkem fermanıdır sevişememenin. Kadın halleridir tarihin ve edebiyatın gizli mahzeni. Yeraltı şehridir kadın her erkeğin. Üçüncü bir el isteyen perisidir şiirin. Erkeğinin kadını değildir O. Kadın, en çok kendinin kadınıdır. Mutlak ve sonsuz tözüdür felsefenin. Kadın her sözlüğün eksik kelimesidir, her gönlün inciridir, her kavmin serabıdır. Simone de Beauvoir’in dediği gibi “ Kadın doğulmaz, kadın olunur”.
Divan edebiyatının bilinen ilk şairi Zeynep Hatun’un kadına bakışı erkek söylemin hükümranlığından sıyrılamamıştır, kadınlığa özgü naiflik, yumuşaklık, kırılganlık gibi hasletleri zaaf sayar, kadınlığa müteallik arzu ve algıları merdanedir. Öteki divan şairelerinden aşkı hür ve koşulsuz işlemesiyle ayrılan Mihri Hatun, gazel ve kasideleriyle nam salmıştır.
Hace-i Zenan (Kadınların Hocası)lakabıyla bilinen Ani Hatun gazellerinin yanı sıra hattatlığıyla da tanınır. Nükteleriyle dikkat çeken, şiirlerini anlamayan kocasıyla mutsuz bir evlilik yaşayan Fitnat Hanım ise kadın zarafetine ve inceliğine önem vermez eserlerinde. Mevlevi tarikatına katılan Leyla Hanım ise çağdaşı Mihri Hatun kadar değilse de yine de öteki Divan şairelerine nazaran kadınlığının bilincinde yazar, dişiliğe atfedilen duygusallığa yer vermekten çekinmez. Aruzun yanı sıra hece ölçüsüyle de yazan Adile Hatun çoklukla eşi ve çocuklarının vefatı hasebiyle yazdığı manzumelerle tanınmış, aşka ve kadınlığa pek değinmemiştir.
Aşk-ı Vatan’ın yazarı Zafer Hanımın mülahazaları memleket meselelerinden öteye gitmemiştir. Aynı dönemde Suat Derviş, eşiyle birlikte Yeni Edebiyat Dergisini çıkardıktan sonra TKP’ye katıldığı gerekçesiyle tutuklandığı sırada halihazırdaki romanları Kara Kitap, Aksaray’dan bir Perihan ve Hiçbiri ile Zafer Hanım’a nazaran kadınlık hallerini ön plana çıkartmaya çalışmıştı.
Hazan Rüzgarları, Çöl Güneşi, Yalnız Dönüyorum eserlerinin yazarı Şükufe Nihal sadece içerikte değil kurguda da kadın hassasiyetini yansıtabilmiş bir romancıydı. 1889’da George Ohnet’inVolonte’sini dilimize kazandıran, dünya çapında ün kazanan romancımız Fatma Aliye ise yazdığı beş eserde Osmanlı’da kadın sorunlarına, kadın gözüyle evlilik kurumuna, aşka ve anneliğe kadar birçok konuya değinmiştir. Ciğerdelen’in yazarı Safiye Erol’in mütefekkir gücü, şahsi kültür dokusunu yitirmeden nasıl modernleşilebileceğinin simgesi olabilmesidir. Kadınlık halini hem yerel hem evrensel yönüyle gösterebilmiştir eserlerinde.
Macar Osman Paşa’nın sekiz dil bilen kızı Şaire Nigar Hanım hakkında kitap yazan Nazan Bekiroğlu “Ben Nigâr Hanıma zamandan, mekândan ve cinsiyetten münezzeh bir biçimde âşık oldum.” diyerek hemcinsler arası hasetlikten yoksun dayanışmanın, ruh ve gönül birliğinin makbul sayıldığı ancak hayata pek geçirilemediği bir dönemde kalbime dokunan bir itirafta bulunmuştur tevazu ve açık yüreklilikle.
Kaç kadın yazarımız- bilhassa- hemcinsleri olan meslektaşlarını övmüştür? Romancılığa veya şairliğe namzet hemcinslerinin elinden tutmuş mudur? Edebiyatta böyle bir güç birliğinin eksikliğini gideren birçok araştırmacı kadın yazar unutulmuş kadın edebiyatçıların izini süren makaleler, yapıtlar yayımlamışlardır. Halide Edip Adıvar üzerine çalışan Ayşe Durakbaşa, Zafer Hanım’ı bugünün edebiyatseverlerine yeniden takdim eden Zehra Toska, Şukufe Nihal’i okumamıza vesile olan Hülya Argunşah, Fatma Aliye Hanım’ın edebiyatçılığını inceleyen Mübeccel Kızıltan, Tülay Gençtürk bunlardan birkaçı.
Edebiyat kadını yeri geldiğinde şeytanın temsilcisi saymış, fitne fücura kurban etmiştir; yeri geldiğinde melek addetmiş, baştan çıkarılmaya hazır bir masume yerine koymuş; yeri geldiğinde acısını kutsallaştırıp erkek egemen söylemin bulanık imgeleminden kâh sıyırmış kâh kahramanlık edip hakkını teslim etmiştir. Kadınlık gerek edebiyatta gerek hayatta alışılmış jargonundan, ezbere söyleminden, durağan görünümünden kurtulup, rasyonel veya mistik bir mefhumdan ziyade bir duygu olarak ne zaman özüne kavuşacaktır? Her kadının önce kadınlığına kavuşabilmesi gerekmez mi? Kadınların özgürleşmesi tam da buradan başlamıyor mu?