11 Nisan 2016

Devlet dairesi ruhsuzluğunda bir dünya

Bireyin hakikati ile devletin hakikati hiç aynı olabilir mi?

Yaşadıklarımız geçmişin hanesine yazılmaya başlayınca, velhasıl seneler seneler sonra anlaşılır hakikat. Savaştan, taarruzdan, kıyımdan ilk kurtarılacak şey odur: Hakikat. Ama hangi hakikat? İşimize gelen mi, muhtaç olduğumuz mu? Yoksa hiç el değmeden, eğip bükmeden, kendimize yontmadan kabul ettiğimiz mi? Sahi hakikat gerçekten çırılçıplak mı duruyor karşımızda?

Bireyin hakikati ile devletin hakikati hiç aynı olabilir mi?

Ingeborg Bachmann “Otuzuncu Yaş” adlı öykü kitabında bürokrasinin temel işleyişini, kokuşmuş havasını, pişkin sırıtışını, yozluğundan utanmazlığını ve ana prensibinin geri çevirmek değil oyalamak olduğunu meseleyi belinden kavrayan ifadelerle, yerinde ve doğru tespitlerle ne kadar hoş anlatır: «Dairelerde hep saray danışmalarının ve terkedilmişliğin havası. Bekleme odalarında asla sert bir söz duyulmaz, sözler kırıcıdır yalnızca. “ Bahsettiği sadece Viyana bürokrasisi değildir sanki. Dünya gri duvarları adeta gökyüzüne kadar uzanan, bungun havasında asıl kalan  toz zerreciklerinin zamanın nasıl yavaşladığına eşsiz bir kanıt teşkil ettiği, hayatın içinden çıkılmaz bir labirente dönüştüğü, bütün sürecin sıkıcı, yorucu, amaçsız, sonuçsuz bir tekrardan ibaret olduğunu gösteren nuh nebiden kalma eşyalarıyla bir devlet dairesidir.

Hayat da böyle değil mi şu sıralar, devlet dairesi ruhsuzluğunda?  Hayat deyip geçemiyorum. Serde insan sevgisi var. Don Kişot “ Nerede o eski kuşlar?” diye soruyordu ya... Bir umut işte!

Halkın işin içine temsil ilişkileri girince kendine yabancılaştığına, özünü yitirdiğine, insani olandan uzaklaştığına ilk değinen Jean Jacques Rousseau olmuştur. “Devletin iktidarı temsil yoluyla kullanılamaz. Bu iktidar, özü gereği, ortak istençte yatar ve istenç, temsil olunamaz; istenç ya kendi kendisidir, ya da yabancı biridir, bunun ortası yoktur,” der. Yani ya kendimiziz ya da yabancı biri!

Yabancı gördükleriyle bir arada yaşamak istemeyenler asıl yabancısı oldukları kendileriyle yaşamayı nasıl beceriyor öyleyse? Kendinden bu kadar uzağa düşen kişi, yabancı gördüğüne nasıl yakın hisseder ki kendini!  Kendinden olmayanı düşman görmek aslında kendini içten içe düşman bellemenin, yabancılaşan taraflarıyla yüzleşememenin ve bu nedenle kendine duyduğu bitmez tükenmez öfkenin dışavurumu değil midir? Başkalarını sevememek kendini sevememenin neticesi değil midir?

Meselenin sevgi- nefret ilişkisi olmadığını söyleyenler, onlar rahat durmadı biz de gerekeni yapıyoruz diyenler “gereken” dağ taş yerle bir etmeye, insanları yerinden yurdundan etmeye, genç yaşlı kadın erkek çoluk çocuk demenden adam öldürmeye mi tekabül ediyor? Siz anlamazsınız diyenler evet sizin vatan sevginizin ne menem bir karanlıktan beslendiğini anlamıyoruz. Kötülüklerini vatan sevgisiyle gerekçelendirenlere soruyorum: Bir ülkeyi sevmek o topraklar üzerindeki herkese eşit sosyal ve hukuki haklar tanımaktan geçmiyor mu?

Devlet Bahçeli “Nusaybin’de taş taş üstünde, baş baş üstünde bırakılmasın” derken çoğunluğun ayan beyan dile döktüğü ya da dilinin altında saklı tuttuğu bakış açısını haykırdı aslında. Güvenlik ve özgürlük arasında öyle ince bir çizgi var ki... Bir kg pamuk mu daha ağırdır, bir kg demir mi diye sormaya benziyor. Ancak eğer dişe diş, göze göz zihniyeti haklılığın göstergesi kabul edilirse, öldürmek öç almak şeklinde meşrulaşırsa, savaş silahlar bırakılsa bile gündelik hayatta, dilde, niyette var olmaya devam eder. Ortalık durulur gibi olduğunda, ateşkes ilan edildiğinde, asılsız vaatler havada uçuştuğunda, oyalama süreci yeniden başladığında bile kendini başka bir surette göstermeyi sürdürür: Galibiyet ve mağlubiyet, haklılık ve mağduriyet suretinde!

Vicdanınızın nefesini kesen haklılığınıza duyduğunuz inancın tam olmasıdır, kendinizden şüphe etmemenizdir vahim olan. O zaman uzak olduğunuzu sandığınız ırkçı, milliyetçi ideolojinin kucağında bulursunuz kendinizi. İnsan sevgisi, birlikte kardeşçe yaşamı savunma şiarı böyle zamanlarda sınanır, sahici olup olmadığı böyle zamanlarda anlaşılır.

Anneannemin bir lafı vardı: “Yeter ki, geçinmeye gönlü olsun insanın” derdi. Siz şimdi bir arada yaşamak yerine yok etmeyi tercih edenler, velhasıl geçinmeye gönlü olmayanlar seneler seneler sonra bugünler yaşanmamış gibi, hiçbir şey olmamış gibi yapabilecek misiniz?

@NarDogu 

Yazarın Diğer Yazıları

Doç. Dr. Hakan Yurdanur: Sokak köpeklerini vahşi, saldırgan oldukları için değil, sermayeye kâr sağlamadıkları için istenmiyorlar

Belediyelere tek laf edilmiyor. Kısırlaştırma ve diğer tedbirleri almadıkları için hiçbir cezai müdahalede bulunulmuyor. Çözümü öldürmede bulan vahşi bir tablo var önümüzde

"Biz engelliler devletin üzerine yükmüşüz gibi gösterilmemeliyiz, öyle algılanmamalıyız"

"Siyasetçiler ve toplum biz engellileri azınlık olarak görüyor. Ama azımsanmaması gereken bir çoğunluğun sesi olmak istiyoruz"

Soykırım demeniz için daha ne olması gerekiyor?

Soykırımın korkunçluğu sadece özneleri değil onların kimliklerini de yok etmesidir, gelecekleri kadar geçmişlerini de ellerinden almasıdır, yaslarını tutacak kimse bırakmamasıdır

"
"