Yaşamımızın bir tansığı günlükler ise diğeri de mektuplardır. Mektuplar birer iç dökmenin ötesinde, mahremi paylaşmanın bilinciyle ötekine ilişmektir aynı zamanda.
Günlük tutar gibi birbirine mektuplar gönderen iki uçarı sevgili, iki yakın dost Henry Miller ve Anais Nin. İthaki Yayınları tarafından geçtiğimiz günlerde yayımlanan, Gunther Stuhlmann’ın derlediği, Yağız Ali Diri’nin Türkçe’ye kazandırdığı Edebi Bir Tutku: Anais Nin ve Henry Miller’in Mektupları 1932-1953 bize iki yazarla ilgili, romanlarından ve günlüklerinden çok daha fazla bilgi sunuyor.
Yazdıkları sadece katı ahlaki bir tutuma sahip çevreler tarafından değil, döneminin avantgardelarının gözünde de sıra dışı ve müstehcen bulunan ve dünyaya ‘yaranmak’ gibi bir umurları olmayan iki yazarın birbirlerine tutunduklarının, yaratıcılıklarının kaynağını birbirleriyle beslediklerinin birer kanıtı bu mektuplar...
“Çok garip, Henry. Eskiden, nereden geliyor olursam olayım eve gelir gelmez oturup günlüğüme yazardım. Şimdi sana yazmak, senle konuşmak istiyorum” diyen Anais Nin ile kendini Anais’i tanıdığı için dünyanın en zengin adamı olarak nitelendiren Henry Miller’ın inişli çıkışlı ilişkilerine, herşeye rağmen koruyabildikleri dostluklarına yirmi yıl süren bu mektuplaşmalar sayesinde şahitlik edebilirsiniz.
Bu mektuplarda yalansız, hesapsız, nutuk çekmeyen, vaaz vermeyen bir paylaşımın en saf ve sarih halini görmek mümkün. Kelimelere aşık iki kalem erbabının yazıyla kurdukları tutkulu ilişki, yapıtları kadar yaşamlarını ve dostluklarını da etkiliyor. Henry’nin Anais’e duyduğu “cayır cayır” arzunun kıvamı yıllar içinde değişse de, yazmaya yönelik saplantılı düşkünlükleri sürekli mektuplaşmaya itiyor onları. Anais Nin “Aşk zeki kadınları bu hale getiriyor, mektup yazamaz oluyor” dese de karşılıksız bırakmıyor Henry Miller’in mektuplarını. İç içe geçen iki hayatın yazınsal meskeni haline geliveriyor mektuplar yirmi yıl boyunca.
İlk başta yediveren bir aşkla tutuşan, başka bedenlere yönelseler bile uçsuz bucaksız bir arzuyla her mektupta daha da perçinlenen aşkları, ayrılmalarının ardından boyut değiştirir, fiziki mesafe gönüllerine gölge düşürmez, bağlılıkları ömür boyu başka adlar altında da olsa devam eder. Bedensel şehvetin ötesinde hayatlarına yazma iştahının yön verdiği iki yazarın tavsiyeler, yorumlar, eleştiriler, fikir teatileri ışığında kendilerini kadın ve erkek yazar olarak nasıl inşa ettiklerinin yıllara yayılmış sergüzeştini de görebilirsiniz mektupları okurken.
Bu derleme, başta Anais Nin’in hayranı olduğu D.H. Lawrence ve Henry Miller’in hakkındaki tüm incelemelerin bir avcı gibi izini sürdüğü Marcel Proust olmak üzere yazarlar, kitaplar, filmler, seyahatlar arasında geçen iki hayatın izdüşümünden çok daha fazlasını sunuyor okura: İnsan olmaktan evvel yazar olmaya önem veren iki yazarın, Henry Miller ve Anais Nin’in hasretle, sitemle, tutkuyla yazılmış iç dökmelerini, haykırışlarını, hatta sessizliklerini..
“Herşey bir akordeon gibi sıkışık” diyen Henry Miller ile “Sürekli gömülmüş değilim” diyen Anais Nin’in hararetle yazdıkları son derece samimi mektuplarını okurken hem çok eşliliğin, sınırsız cinselliğin karanlık labirentinde dolaştım hem de feyz aldıkları ya da ‘vaaz vermeden’ eleştirdikleri kitap ve filmlerin yanı sıra yaşadıkları veyahut seyahat ettikleri kentlerin büyüleyici tasvirleriyle de dönemin ruhuna meydan okuyan, kalemlerini hep çizginin dışına taşımış iki cesur insanın yüreğini görme fırsatı buldum.
“Ne zaman bir tabu yıkılsa iyi bir şey olur, hayat veren bir şey,” demiş Henry Miller 1961’deki röportajında. Yaşantısını kendi açısından önemli buluyor ve hayali karakterler aramak yerine hem gerçek hem kolay olduğu için yaşadıklarını 1930’ların başında yazmaya başlıyor. Yarı otobiyografik romanı Yengeç Dönencesi ortaya çıkıyor böylece. Birkaç yıl sonra devamı niteliğindeki Oğlak Dönencesi’ni yazıp yayımlıyor, bu kitap ABD’de olduğu gibi Türkiye’de de bir dönem yasaklı kitaplar listesindeydi ve yayımlandıktan sonra toplatılmıştı.
Cinsel ilişkilerini ve erotizm hakkındaki düşüncelerini sansürsüz hatta müstehcen sayılabilecek bir dille anlattığı bölümler aslında kitapta çok az yer tutar. Her iki romanda da o dönem yeni yeni yaygınlaşan gerçeküstücü bir anlatım, bilinç akışına benzer bir iç dökme söz konusudur. Doğru diye dayatılanlara karşı bireyin kendi doğrusunu bulmasına yönelik bir çağrı olarak görebiliriz bu romanları. Tehlikeli bulunan yönleri aslında içtenlikleridir. Dolaysız bir dil kullanan Henry Miller’in tekinsiz addedilmesinin sebebi budur aslında.
Henry Miller’ın babası terzi, annesi ev hanımıdır. Çocukluğu Brooklyn’de geçer ancak eşi June ile birlikte 1930’ların başında Paris’e taşınır. Anais Nin ise Miller’a göre daha kalburüstü ve entelektüel bir çevrede yetişmiştir, babası piyanist ve annesi ise şarkıcıdır. Ailesi İspanyol ve Küba kökenlidir. Anais çocukken babası önce sürekli fotoğraflarını çekerek onu şımartmıştır ancak geçirdiği bir rahatsızlık sonucu Anais’in güzelliğine biraz gölge düşünce babası ondan aniden uzaklaşır ya da Anais Nin’e öyle gelir. Kalbindeki bu ilk yara onu yazmaya iter ve günlük tutmaya başlar. “Kafamda mürekkep var benim” diye yazar günlüğüne.
Alımlılığını hiç yitirmeyen Anais Nin bankada hatırı sayılır bir mevkide iyi bir maaşa çalışan şair Hugh Parker Guiler ile evlendikten sonra, onu ‘anında sarhoş eden’ ve ‘çılgınca şiirselleştirdiği’ New York’tan 1924 senesinde Paris’e gelir. Saygın semtlerinden birinde oturup uzun bir müddet şaşaalı bir hayat sürer. O dönem yokluk çeken Henry Miller ile tanıştıktan sonra yazma tutkuları ve ‘çılgınlıklara’ yatkınlıkları sayesinde aralarında Anais Nin’in tabiriyle şeytani bir alışveriş başlar.
June’un New York’a dönmesinin ardından ilk kıvılcım tutuşur hemen ve bu şeytani alışveriş haz ve şehvet dolu bir aşka dönüşür. Hem manevi hem maddi olarak kendinden fazlasıyla ödün verir Anais. Henry Miller yazdıklarıyla hem yankı uyandırıp hem çığır açarken Anais Nin sesini duyurmak için çırpınıp durur adeta. Hayır demeyi bilmeyen Anais Nin ilişkilerinde daima ‘çok veren’ taraf olur, hatta bir keresinde “Beni kendi iyiliğimden kurtar, Henry” diye yazar mektubunda.
Henry Miller’in ayrıldığı eşi June ile de bir dönem ilişki yaşar Anais Nin. Yaratıcı insanları hep ilginç ve çekici bulmuştur. Ancak mükemmelliğe duyduğu zehirli bağlılık nedeniyle eşine karşı suçluluk hissetmekten kendini alıkoyamaz, çünkü sadakat de mükemmelliğin bir parçasıdır ona göre. Şehveti, erotizmi, evliliği yalçın kayalıklarda dimdik duran bir keçi gibi sürekli sigaya çeker yazdıklarıyla.
Kendini sürekli aşmanın bir yolu olarak örer yaşamını. Onu aslında bir deneyim avcısı olarak görebiliriz. Yaşamını en olmayacak şeyleri deneyimlemek üzerine kurduğunu söylememiz yanlış olmaz. Yeni hazların hiç düşünmeden peşine düşerken “yazmak” onun hem koruyucusu hem tetikleyicisi haline gelir daima. Onu bir türlü anlamayan dünyanın içini karartan ağırlığını ‘yazarak’ hafifletmeye çalışır. Yazarak bir ‘mucize yaratmak’ ister. Bu nedenle sevişmekten ziyade ‘yazmış’ diyebiliriz. Henry Miller’la birbirlerine gönderdikleri mektuplar, sevişirlerken bile ulaşamadıkları kadar en dibe iniyor, tenlerinin bile dışavurmakta yetersiz kaldığı mahremiyeti, ruhlarının en ücra yerlerini kelimeler aracılığıyla ifşa ediyor.
Bir gün arkadaşı Fred, Henry Miller’a “Sevgi ne demek, gerçekten anlasan- bu, belki tek eksiğin- bir deha olurdun, belki bir Goethe daha,” der. Henry Miller’in sevgiden yoksun, sadece arzu odaklı görünen çok eşli yaşamı, seksi bayağılıktan uzak entelektüel bir eylem olarak gören A. Nin ile aralarının açılmasına neden oluyor. Kocasına dilsiz bir sadakat yemini vermiş olan A. Nin’in Henry Miller’la gönül bağını kopartması H. Miller’dan gölgeler taşıyan yazınsal üslubundan da kopuşuna tekabül ediyor. Artık daha kendine özgü bir Anais Nin üslubu zuhur ediyor. Yazınsal serüveninin ilk yıllarında “Benim dışımdaki herkes frene basıyormuş gibi gelirdi,” diyen Anais Nin ahlaki elekten geçirmeden, oto sansür uygulamadan edindiği üslubunu bu yıllarda zirveye taşır adeta. Yazdıklarını yayımlatacak yayınevi bulamayınca kendi yayınevini kurduğunu, harf dizmeyi öğrendiğini da göz ardı etmemek gerek. Minotor’u Kışkırtmak, Aşk Evindeki Casus, Dört Odalı Kalp, Ateş Merdivenleri, Venüs Ügçeni.... Günlüklerinin yayımlanması ise 1966 senesini bulur. Edebi Bir Tutku’daki mektuplar o günlüklerin bir parçası, hatta tamamlayıcısı gibi görülebilir aslında.
1939’da Anais Nin ve eşi tekrar New York’a döner. Bir yıl sonra ise Henry Miller Kaliforniya’ya yerleşir. Artık her ikisinin de hayatında yeni bir dönem başlamış, yeni bir perde aralanmıştır.
Tanışmalarından itibaren, yazarlık yolundaki edebi gelişimlerini ve katettikleri mesafeyi birbirlerine borçlu olan iki yazar arasındaki edebi tutku yerini zamanla bedensel tutkuya sonra tekrardan edebi tutkuya bırakmıştır. Ömür boyu ödeyemeyeceklerini bildikleri bu borcun yükünden, ara sıra seyrelse de, mektuplaşmayı bırakmayarak kurtulmaya çalışmışlardır sanki.
Yaratıcılıklarının yaşamlarını nasıl etkilediği kadar, yaşamlarının da yaratıcılıklarını nasıl etkilediğini açıkça görmek mümkün bu mektuplarda. Ve yaşamlarını birer sanat eserine dönüştürme kaygısını da.
Edebi Bir Tutku Anais Nin ve Henry Miller’ın Mektupları 1932 -1953 / Derleyen: Gunther Stuhlmann / Çevirmen: Yağız Ali Diri / İthaki Yayınları / 632 sayfa
@NarDogu