31 Ocak 2017

Biraz kara mizah alır mısınız?

Dilaltı için son sürat giden bir ironi diyebiliriz

Geçtiğimiz ay Minval Yayınları’nın neşrettiği Dilaltı, romancılık adına yeni bir biçim denemesinin altından başarıyla kalkıyor. Kışkırtıcı konusu ve dinamik üslubuyla göze çarpıyor ilk anda. Daha ilk romanıyla denenmemişi denemeyi göze alan ve alanında bir ilk olma payesini sonuna dek hak eden bir biçimle okurun karşısına çıkıyor Anonim Hanım.

Michel Butor Roman Üstüne Denemeler adlı yapıtında “Romanda biçimsel buluş, dar görüşlü bir eleştiri anlayışının çoğu zaman sandığı gibi gerçekçiliğe karşı olmak şöyle dursun, daha ileri bir gerçekçiliğin vazgeçilmez (sine qua non)  koşuludur,” der. Dilaltı da görmemek için gözümüzü kaçırdığımız birçok gerçekliğin yazarı tarafından dile getirildiği değil, kendi kendine dile geldiği bir roman.

Romanı anlatının laboratuvarı olarak görür Michel Butor. Anonim Hanım özgün bir anlatı imkanı yaratıyor Dilaltı’nda. Karakterlerin gerçekçiliğiyle olayların gerçeküstülüğü tesiri yüksek bir tezat oluşturuyor. Kapıcı Recep Efendi’nin muazzam hayalgücüyle adeta bir cümbüş gibi başlıyor roman. Bu tuhaf olaylar her ne kadar bir apartmanda geçse de aslında mekanın pek önemi yok, hatta zaman algısından da soyutlanmış bir romanla karşı karşıyayız.

Kurmaca içinde kurmaca sözkonusu. Roman içinde bir senaryo! Gerçeğin içindeki kurmacayı ya da kurmacanın içindeki gerçeği göstermek için birebir bir buluş. Roman ve senaryonun iç içe geçtiği bu kurguda aslında ikisini birbirinden ayırsak bile romanı da senaryoyu da iki ayrı bütün olarak değerlendirmek mümkün. Öte yandan, anlatının yekpareliği açısından her ikisinin de birbirini besleyen işlevselliği yadsınamaz. 

Toplum nezdinde görmezden gelinmiş, çağlar boyu ilga edilmiş, ayıp ve günah sayılmış, dile dökülmekten kaçınılmış her ne varsa tek tek hicvediyor yazar. Ayşe, Fatoş, Nurcan, Benal, Şule, Gönül kadınlıklarıyla ilgili farklı farklı dertleri olan karakterler. Her bölümde yavaş yavaş tanıyoruz onları, yumak haline gelmiş bir ilişkiler ağının içinde buluyoruz kendimizi. Ancak farklı yaşlardan bu kadınların iç dünyasını herbirine eşit mesafede durarak ustaca tasvir ediyor yazar. Her ne kadar olan biteni Tanrı Anlatıcı’nın ağzından dinlesek de anlatıcı yargıç rolüne katiyen bürünmüyor.

Yazar gündelik hayata ve insan ilişkilerine kadar, egemenliğini hunharca ilan etmiş her şeyi alaşağı etmeyi şiar edinmiş adeta. Üstelik eril dile karşı eril bir dille değil, tastamam cinsiyetsiz bir dille başarıyor bunu. Bunun için de metaforlardan bol bol yararlanmış. Romanda adı geçen geçen her eşya, durum, olgu başka bir şeye atıfta bulunuyor, bu açıdan bakıldığında okurun çağrışım perspektifini genişleten, farklı okumalar yapmaya açık bir yönü var. Bazılarının şifresini hemen çözebileceğimiz, alttaki manasını elimizle koymuş gibi bulabileceğimiz bazılarını görmek için büyüteçle bakmamız, uzun uzun düşünmemiz gereken metaforlar bunlar. Yutulan diller, kopuk erekte organlar, kaçan harflerle dolu müthiş bir kara mizah örneği. Üstelik süslemeden, estetize etmeden, tüm yalınkılıçlığıyla!

Sahteliğin, rekabetin çekirdek ailede başladığını, birey olma isteği ve çabasına çocukluk çağında ket vurulduğunu aile içi iletişimsizlikten dostane görünümlü yapay komşuluk ilişkilerine, kadın- erkek birlikteliğinin her safhasından hemcinsler arasındaki dostluğun riyakarlığına, anne- kız çekişmesinden, ebeveynlerinin gözünde kız çocuk ve erkek çocuk olmanın hiyerarşik farkına ve toplumun her katmanına yayılmış ast –üst ilişkisinin ikircikli doğasına kadar gündelik hayatın sıradanlaşmış hallerini satirik bir üslupla anlatıyor.

Öte yandan, yazarın yer yer ‘anlatmayı’ bazen ‘göstermeyi’ tercih etmesi, çoğunlukla nedensel anlatıma yoğunlaşması, bazen gereksiz bir açıklama endişesine kapılması, konunun dışına çıkan tasvirlerle zaman kaybetmesi, okurun kendiliğinden idrak edebileceklerinin altını çizme telaşına düşmesi romanın bütününe hakim olan dinamik dile kısmen gölge düşürüyor. Biçim açısından sık dokunmuş anlatı ilmeği üslubun yer yer zayıflamasıyla gevşese de nüktedan dil okuma seyrini kesinlikle kesintiye uğratmıyor.

Dilaltı için son sürat giden bir ironi diyebiliriz. Knox’a göre iki tür ironi vardır: Satirik ironi yani “överek kötüleyen” ya da komik ironi yani “kötüleyerek öven”. Anonim Hanım, Dilaltı’nda ikisini de kullanmadan yaratıyor kendi ironisini. Tek bir yoruma indirgemenin mümkün olmadığını baştan söylemeliyim. Her okurun dilinde farklı bir tad bırakacağı şüphesiz.

Anonim Hanım’ın kim olduğu merakınızı cezbedebilir.

O vakit ilgilisine bir ipucu vereyim: Evvelki sene Galata Perform’da Dil adlı oyunu tiyatroseverlerle buluşmuştu. Siz yine de pek emin olmayın, benden söylemesi. Çünkü asıl yazarın kim olduğunu anlamak için romanı sonuna kadar okumanız gerekli. Ne de olsa yapıtın kendisidir aslolan!

@NarDoğu

Yazarın Diğer Yazıları

Doç. Dr. Hakan Yurdanur: Sokak köpeklerini vahşi, saldırgan oldukları için değil, sermayeye kâr sağlamadıkları için istenmiyorlar

Belediyelere tek laf edilmiyor. Kısırlaştırma ve diğer tedbirleri almadıkları için hiçbir cezai müdahalede bulunulmuyor. Çözümü öldürmede bulan vahşi bir tablo var önümüzde

"Biz engelliler devletin üzerine yükmüşüz gibi gösterilmemeliyiz, öyle algılanmamalıyız"

"Siyasetçiler ve toplum biz engellileri azınlık olarak görüyor. Ama azımsanmaması gereken bir çoğunluğun sesi olmak istiyoruz"

Soykırım demeniz için daha ne olması gerekiyor?

Soykırımın korkunçluğu sadece özneleri değil onların kimliklerini de yok etmesidir, gelecekleri kadar geçmişlerini de ellerinden almasıdır, yaslarını tutacak kimse bırakmamasıdır

"
"