Camın ardında hastane odası. Ölüm döşeğinde yatan bir adam, bilinci kapalı baba. Genç bir adam başında bekliyor, bezgin fakat umutlu ağabey. Sonra bir adam geliyor karısıyla, öfkeli ve kırgın kardeş. Kırılan kolun yen içinde kaldığı bir aile. Sorgulamalar, hesaplaşmalar, itiraflar, barışmalarla geçen bir gün. Baba ölüyor, oyun bitiyor. Her şey bu kadar değil elbette. Zaten sanatın büyüsü işte bu.
Ses/Sessizlik üzerinden birbirini dinlememe ve eksik ya da yanlış algılama bağlamında iletişimsizliğin çeşitli kademelerine değinen bir oyun Babamın Cesetleri. Ses geçirmeyen bir camın ardında sahnelenen oyunu kulaklıkla seyrediyorsunuz. Her şeyi çıplak gözle görüyorsunuz ama sesin iletimi yapay. Dolayısıyla, istemezseniz kulaklığınızı kapatıp sadece seyredebilirsiniz. Berkun Oya’nın gerçeği tarif etmedeki bu ilginç yaklaşımı hoşuma gitti. Çünkü çoğu zaman hepimiz hayatı camın ardından seyrediyoruz ve sadece görüntülere bakarak yorumluyoruz. Bütüne vakıf olmak gitgide zorlaşırken parçayı temellük etmek çocuk oyuncağına dönüyor. Hayat, ardarda dizilen anlık kareleri herkes kendine göre yorumladığından yekpare anlama kavuşamadan sahteleşip eksiliyor.
Berkun Oya’nın yazıp yönettiği Babamın Cesetleri, oğullarına babalık eşine kocalık edememiş bir savaş fotoğrafçısının ölüm döşeğindeyken aileyi bir arada tutma ve geri kalanlara anlamlı birkaç söz söyleme gayretinden, iki kardeşin başarı yarışı ve ihanetle sarmalanmış hesaplaşma öyküsünden, gelinin umarsız aşkından ibaret değil sadece. Kesintiye uğramış, tükenmiş ya da sonu görünen tüm ilişkilerin röntgenini çeken bir oyun.
Berkun Oya oyunlarında gerçeğe yakın yalınlıkta, gerilim dozunu iyi ayarlayan, insan yüreğinin haritasını çıkartan bir dil kullanır. Babamın Cesetleri, seyirciyi kolay ele geçiren basmakalıp anlatım tekniklerine yer yer başvursa da derinliğini tamamen yitirmiyor kesinlikle. Hem aile kurumunu geleneksel göndermeler kullanmadan, genelgeçer yargılarla kutsallaştırmadan irdeliyor, hem de savaşın hakikati nasıl yok ettiğini, mağduriyet ve mahrumiyet ortamında insan kalabilmenin güçlüklerini uzun fakat her cümlesi zihinde fotoğraf keskinliğinde canlanan tiradlarla anlatıyor.
Berkun Oya’nın oyunlarında oyuncular seyirciye sırtını dönmekten çekinmez, gündelik hayattaki gibi bağırmadan konuşurlar kendi aralarında. Oyunculuklar abartısız, diyaloglar güçlüdür. Repliklerde sorular sıklıkla yer alır, yanıtsız bırakılan, havada kalan sorular. Fakat bu oyunda bazı replikler gündelik hayatın olağan akışı dışında kalacak denli özdeyiş benzeri, bu da oyunun sahiciliğine gölge düşürmüş.
Babamın Cesetleri’ni seyrederken hastane odasının duvarındaki resmin oyundaki yerini düşünüp durdum. Nihayet babanın miras niteliğindeki afili cümlesiyle örtüştüğünde, Berkun Oya’nın her nesneyi birer imgeye dönüştürdüğü tiyatro dilinin zenginliğini bir kez daha takdir ettim. Dekordaki her nesne oyuna hizmet ediyor, akış kurguyu bozmadan ilerliyor, şaşırtıcı veya zihin açıcı bir finalle değil sıradan ve naif bir sahneyle sona eriyor oyun.
Karakterlerin isimlerinin olmaması varlıklarını sadece ailedeki konumlarıyla belirginleştiriyor: Baba, ağabey, erkek kardeş, gelin ve Ülkü Duru’nun sadece sesiyle can bulan anne. Hemşire ve Doktor ise oyunun trajedisini seyreltip seyirciye rahatlama imkanı veriyor, nefes aldırıyor, öte yandan hayatın hikayenin dışında da devam ettiğini simgeliyor, hastane odasında ölüm bilgisinin biraraya getirdiği bir ailenin derin bir drama dönüşen hikayesinin yaygınlığını tasdikliyor adeta.
Kaan Taşaner’in oynadığı ağabey karakterinin bir türlü çekemediği film, insanın oradan oraya savrulan, hiçbir şeyi nihayete erdiremeyen sarsaklığını, lümpen erkek kardeş öfkesine çabucak yenik düşüp herşeyi, herkesi hücrelere hapseden insanın dar algısını, fedakâr gelin sevgiye hürmet eden insanın ikilemlerle boğuşan ama hiçbir zaman öz saygısını yitirmeyen, kendini hep başkaları için erteleyen yönünü, mesleki yaşamı uğruna ailesini ihmal etmiş baba ise iç hesaplaşmalarla boğuşan insanın aynada kendi yüzüne bakabilme cesaretini bulabilmesini temsil ediyor. Oyun, karakterleri darağacına götürmeyip hepsini tek tek anlamamıza izin veriyor.
Öner Erkan ile Kaan Taşaner’in oyunculukları zaman zaman örtüşmüyor. Kaan Taşaner’in doğallığı Öner Erkan’ın bazen abartıya kaçmasıyla dengenin yitirilmesine sebep olmuş, bu bağlamda Öner Erkan oyun boyunca inişli çıkışlı bir oyunculuk sergilemiş. Ancak iç hesaplaşma sırasındaki performansı karakterin doruk noktası. Oyunun en iyi performansı Defne Kayalar’a ait. Karaktere öyle hayat vermiş ki, seyircinin sezgilerini harekete geçirebiliyor. Şerif Erol çoğunlukla yatar vaziyette oynamasına rağmen doğru bildiği yoldan şaşmamış, fakat kendini sorgulamasını bilmiş, yine de pişmanlığın kara sularına gömülmeyip birleştirici ve yapıcı bir dille ailesinin, bilhassa küçük oğlunun gönlünü kazanmaya çalışan baba rolünde oldukça başarılı. Sona doğru sadece sesiyle anne rolüne hayat veren Ülkü Duru’yu dinlerken radyo tiyatrosunun revaçta olduğu yılları hatırlamak işten değil. Hemşire rolündeki Özge Özel kısacık rolünde fevkalade inandırıcı. Oyunun sahnedeki oyuncuları dışında bir de metindeki hikayelerde anlatılan kişiler var ki, onlar sayesinde zihninizde başka bir oyun daha sahneleniyor.
Oyunun durağanlığı olay örgüsüne odaklanan tiyatro seyircisini sıkabilir, ama gerek tiradlardaki gerek repliklerdeki alt metinlere dikkat edilirse herkes yaşamındaki çatışma ve çıkmazlardan izler bulabilir rahatlıkla.
Çünkü Babamın Cesetleri konuşuyor ve çok önemli şeyler söylüyor!