360, insanın dönüp dolaşıp geldiği aynı yer, yani kendisi. HannahArendt’a göre ölüm, herşeyin dairesel bir düzlemde hareket ettiği bir evrende, doğrusal bir hat boyunca hareket etmektir. 360, yaşamın devam ettiğini, bir yere varma arzusu ve kaygısını duyan insanın hem sonsuzluğunu hem kıstırılmışlığını ifade eder. Sema eden mevleninin yolculuğu nasıl insan-ı kamil’e ulaşmak için ise, fiziken veya zihnen bir noktadan başka bir noktaya hareket eden kişinin amacı da aslında kendini duymaktır. Hayata ve birbirine sağırlaşmış bireylerin hapsoldukları sarmalı kırmaya çalışmalarının öyküsü 360, aynı zamanda Londra Film Festivali’nin de açılış filmi.
Geçen hafta vizyona giren filmin afişinde önemli isimler dikkat çekiyor. Anthony Hopkins, yönetmenin 2005 yapımı “The constant Gardener” filminden Tess rolüyle hatırlayacağınız Rachel Weisz, kadroya sonradan dahil edilen Jude Law ve oyunculuklarıyla öne geçen Ben Forster ( hapisten yeni çıkmış tecavüzcü rolünde) ve Jamel Debbouze ( evli asistanına aşık Cezayirli dişçi rolünde) ile film adeta bir yıldızlar geçidi.
360, unutulmazlar arasında yer alan Tanrıkent ( The God of City) ve Jose Saramago’nun aynı adlı romanından uyarlanan Körlük (Blindness) filmlerinin yönetmeni Fernando Meirelles’in benzer kamera teknikleri kullandığı ama daha kentli, sinematografik kurallara daha sadık, biraz Babil’i biraz Yaşamın Kıyısında’yı anımsatan son filmi. Birden çok hikâyeye hükmetmek isteyen senaristler iç içe geçen hayatların kesişme noktalarını ilginç hale getirdikleri senaryolar yazarlar.Arthur Schnitzler'ın klâsik eseri La Ronde'den sinemaya uyarlanan 360’ın senaryosunu yazan Peter Morgan işin kolayına kaçmış biraz. Fakat yine de karakterlerin özgün halini ve hikâyenin dinamiğini korumayı başarabilmiş, ayrıca işadamı rolüyle bir sahnede bile oynamış.
360, bir yanıyla başımıza gelen, işittiğimiz veya tanık olduğumuz sıradan hikâyeleri akıcı ve güçlü diliyle anlatıyor, bir yanıyla da merak, korku ve benzeri taktiklere sığınmadan herkesin hikâyesinin ayrı ayrı biricikliğini hem de birbirine değdiği anda tek bir büyük hikâyeye eklemlenmesini vurguluyor. Karakterler sinema tarihinde eşine sık rastladığımız sıradanlıkta ama onları ilginç yapan sıradanlıkları zaten. Filmde herkesin ucundan tuttuğu uzun bir ip var, farkında olmadan herkes o ip sayesinde birbirine değiyor. Tesadüfler ve fırsatlar senaryonun anahtarları; tesadüfler ki ya yeni bir hayata kapı açıyor ya da ölümcül bir tuzağa düşürüyor, fırsatlar ki kaçarsa boşa giden ümide, yakalanırsa geç kalınmış pişmanlığa dönüşüveriyor. Yalan, suç, aldatma, fuhuş ve ölümün sıradanlığı filmin büyüsünü katmerliyor. Aynı hikâyeyi tekrar tekrar izlemenize rağmen hiç sıkılmadığınız için sinemanın gücüne bir kez daha hayran oluyorsunuz.
Paris, Viyana, Bratislava, Denver, Rio, Londra ve Phoneix’te geçen film paralel hikâyelerin kesişme noktalarını anlatmanın kolaycılığına yenik düşmesine rağmen ilgi uyandıran senaryosu, yönetmenin sabık filmlerini geçemeyen kurgusuna rağmen oyunculuklarının gücü ve Yeni Gerçekçileri anımsatan hareketli kamerasıyla doğal ışık kullanılarak yapılan yakın plan çekimleri sayesinde görülmeye değer.