Dönüşen yaşam biçimleri ile tasarımın nasıl da değişime uğradığından, iş dünyasında veya sosyal alanlarda kendine nasıl da yeni oyun alanları bulduğundan zaman zaman söz ediyoruz. Tasarımcıların kendine biçtiği yeni rolleri arasında başta iklim krizi olmak üzere dünyanın başlıca toplumsal, çevresel sorunları var artık. Paola Antonelli, Mart ayında , 22. Milano Trienali kapsamında küratörlüğünü üstlendiği “Broken Nature” isimli sergide, tasarımın bu sorumlu yaklaşımını bir üst seviyeye getirip, doğadan ve doğal yaşamdan öğrenen “ canlandırıcı tasarım / restorative design” tanımını kullanmıştı.
STEFANO MANCUSO, THE NATURE OF PLANTS, BROKEN NATURE SERGİSİ
Yaz aylarında, ülkemizde olduğu gibi dünyanın da farklı yerlerinde tasarım atölyeleri düzenleniyor. Gelişen teknoloji sayesinde buradaki çalışmaların tümünü birden, yapıldıkları anda, sosyal medya hesaplarından kanepemde oturarak izleyebiliyorum. Yine böyle bir sabah izlencesi sırasında, ekrandaki görüntüde birden bire beni şaşırtan bir manzara ile karşılaşıyorum. Tasarımcı meslektaşlarımdan biri kocaman bir agave dalını yere yatırmış, bir tokmak ile onu paramarça ediyor. Görüntü biraz vahşice ama, biz insanlar bu türden bir manzara bitkilere uygulanınca, nedense diğer canlılara uygulanmasından biraz daha toleranslıyız. Doğal olarak bu performansa dikkat çekiliyor ve tüm gün farklı zamanlarda bu atölyeye odaklanıyorum. Biraz kızgınım açıkçası ilk başlarda: zavallı bitkiden ne istiyoruz? Aradan bir kaç gün geçtiğinde, o agave bitkisinin lime lime edilen dalından üretilen liflerle ortaya çıkmış oldukça nitelikli eşyaları görüyorum; atölye çalışması sona ermiş. Malzemenin kendi dokusu bu tasarımlara nitelik katan özellik olmuş, hepsi gerçekten de güzeller!
MADE LABS tarafından düzenlenen “The succulent voyage” atölyesinden bir kare
Burada agave bitkisi olarak belirttiğim ve doğal lifleri kullanılan bu malzemeyi pek çoğunuz sisal ismi ile biliyorsunuz. Sisal çok uzun yıllardan bu yana zemin kaplama malzemeleri, halat yapımı gibi alanlarda zaten kullanılıyor. Bu atölyeyi yürüten tasarımcı Fernando Laposse isimli bir Meksikalı. “The Succulent Voyage” isimli bu atölyede, katılımcılara kendi yöntemleri ile Agave bitkisinden doğal lif çıkarmayı ve bunlarla yeni ve yaratıcı nesneler üretmeyi gösterdi. Fernando, dünyadaki bu yeni akımın başarılı ve ödüllü temsilcilerinden biri ama yalnız değil.
FERNANDO LAPOSSE
Görebildiğim kadarı ile tasarım dünyasındaki eğilimler iki uç noktada kümeleniyor. Bir yanda Fernando gibi bitkilerin parçalarından, yosunlardan ve aklımıza gelebilecek her türlü doğal malzemeden farklı ve yenilikçi kullanımlarla tasarımlar üretenler yer alıyor. Bu tür çalışmalara pek çok isim verildi bugüne kadar. Bunca özelleşmiş olanına endemik tasarım deniyor. Endemik, “belli bir bölgeye ait, o yöreye özel olan“ demek. Endemik, tasarımcılar, belli bir bölgenin özelleşmiş doğal kaynaklarını alıyor ve bunu çağdaş tasarım ile nasıl buluştururuz diye bakıyorlar. İşte bu noktada denizin tuzu veya yosunu, deniz canlılarının kabukları, ağaçların kabukları, gövdeleri, yaprakları, diğer bitkiler, kumsallar gibi aklınıza gelebilecek her türlü kaynağın kullanımı söz konusu. Bu tasarım yaklaşımı, bir yapıcılık kültürünü de beraberinde getiriyor; bu tür atölye çalışmalarının gittikçe artması bu nedenle. İnsanlık yeniden ilkel alışkanlıklarına iç güdüsel olarak geri dönüyor; çevresindeki habitatı tanımaya çalışıyor, onu işleyebilmenin yöntemlerini öğreniyor, etrafındaki kaynakları ve onları kullanmayı bireysel olarak keşfe çıkıyor. Tasarım ve tasarımcılar bu eğilimde baş roldeler.
Yosun endemik tasarımın en çok kullanılan malzemelerinden biri
Bir kaç örnek vermem gerekirse:
Bloom isimli bir firma, ayakkabı endüstrisinde kullanılmak üzere yosunlardan dolgu köpüğü üretiyor. Firmanın iddiasına göre ayakkabı endüstrisi eğer %5 oranında Bloom ürünlerini kullanırsa, sözgelimi Afrika ve Asya’da sorun olan kirli suların günlük temizliği sağlanabiliyor veya 23.000 yolcunun yarattığı kadar karbon dioksit salınımı atmosferden temizlenebiliyor.
Bloom markası yosundan dolgu köpüğü üretiyor
Hazır giyim markası H&M portakal kabukları, yosun gibi malzemelerin yanında ananastan deri ürettiğini açıkladı. Pinatex isimli bu üretici ile işbirliğinde Conscious koleksiyonuna kattığı bu yenilikçi ürünler, günümüzde hazır giyim modasının doğal kaynaklara yönelimi için öncülük ediyor. Pinatex, meyveleri toplandıktan sonra atılan ananas yapraklarından ürettiği lif ile deriye benzer bir malzeme oluşturma konusunda oldukça başarılı bir girişim ve bu iş yapısı ile geleceğin kodlarını yazıyor.
Ananas lifinden üretilen deri
Kanadalı bir marka olan Native de, geçtiğimiz aylarda %100 bitkisel kaynaklarla ürettiği yeni ayakkabısı “ The Plant Shoe” yu tanıttı. Bu ayakkabının tüm malzemeleri, yapıştırıcıları bile bitkisel kaynaklı ve doğada %100 oranında çözünebiliyor. Aynı zamanda hayvansal ürünlerden ve testlerden arınmış, sıfır atıkla üretilen bir ayakkabı Native ‘in Bitki ayakkabısı. 200 Amerikan Doları karşılığında, türünün ilk örneği olan bu ayakkabıyı satın alabilmemiz artık mümkün.
Dünyanın ilk %100 bitkisel ayakkabısını kanada firması Native üretti.
Dünyadaki tasarım eğilimlerinin iki uzak uçta ilerlediğini görebildiğimden söz etmiştim. İşte ilk tarafta bu örneklerini verdiğim, doğal malzemelere, geleneksel üretim yöntemlerine önem veren, tüketim alışkanlıkları hakkında oldukça hassas, yaşadığımız dünyayı korumaya odaklı, üretim dengelerini değiştirmeyi ilke edinmiş bir tasarım anlayışı ve bu yolda emek-yoğun mesailer harcayan bir tasarımcı kitlesi var. Bu oluşumların, labarotuvarların ve çalışmaların sayıları artık burada örnekleyemeyeceğim kadar çok. Kuşkusuz öncü üniversitelerin yıllardır yürüttüğü stratejilerin bir sonucu olarak ortaya çıktı bu gelişmeler. Ülkemizdeki üniversitelerde tasarım bölümlerinde endemik tasarım üzerine yoğunlaşıldı mı, benzer çalışmalar yapıldı mı bilemiyorum, ancak bu tür yaklaşımların halen yerel örneklerini göremediğimiz için yaygınlaşmadığını tahmin edebiliyorum; geleceği tasarlamak için adım atmak gerek.
Elon Musk
Diğer bir uçta ise makineleşen bir dünya hayali var; ve bu hayalin peşinden koşan yatırımcılar, dev şirketler ile elbet tasarımcılar. Her yıl Dubai’de gerçekleştirilen World Government Summit kapsamında, bir kaç yıl önce Elon Musk‘ın söylediği bir cümle bu türden bir geleceğin açık seçik beyanı idi. Musk: “Eğer insanlar gelecekte hayatta kalmak istiyorlarsa beyinlerini dijital olarak geliştirmeliler ” diyordu. Bir tür Cyborg insandan bahsediyordu özet olarak. Gittikçe robotikleşen bir dünya içindeyiz ve aslında günlük yaşantımızda bile artık makinelere bağımlı halde yaşamlarımızı sürdürüyoruz. 24 saat elektriklerimiz kesilse yaşamlarımız durma noktasına geliyor. Giyilebilir teknolojiler denilen alanlara şirketler büyük yatırımlar yapıyor ve pek çok tasarım labarotuvarında bu tür teknoloji entegrasyonları için kafa patlatılıyor. Binlerce tasarımcı bu alanda ürünler üretmek için çalışıyor. Makineler daha çok insanlaşıyor ve insanlar daha da makineleşiyor. Spekülatif tasarım denilen bir alan, tamamen gelecek senaryoları ile gelecek yaşam formları üzerinde uçsuz bucaksız hayaller kuruyor.Unutmayalım, kurulan her hayal, bir gün geliyor gerçek oluyor.
Neil Harbisson ‘un renkleri duyma sistemi
Neil Harbisson ismini pek çoğunuz duymuşsunuzdur. Duymamış olanlar için, Neil’in dünyadaki ilk Cyborg insan olarak kayıtlara geçtiğini belirtmeliyim. Renk körü olan Neil, geliştirdiği bir cihaz ile “renkleri duyan adam “ lakabını aldı. Bu cihaz, ensesinden çıkıp, kafasının üstünden, alnının önüne dek uzanan bir metal kol ve ucunda bir kamera var. Bu kamera ile nesnelerin fotoğrafını çeken Neil, bu fotoğraftaki rengi bir ses dalgasına dönüştürüyor ve bu ses dalgalarını doğrudan kulaklarına ense kökünden aktarabiliyor. Böylece renkleri göremese de duyabiliyor. İnsanlar artık beyin dalgalarının gücü ile nesneleri hareket ettirebiliyor veya konuşmadan anlaşabiliyor. Bunların tümü artık uzak gelecek değil; yakın gelecek.
Neil Harbisson
Bilişsel tasarımın biz tasarımcılar için nasıl da geleceğin kaçınılmazı olduğunu anlamak için bir kaç sektörel bilgiye bakmalıyız. Musk, bu cümleyi söylerken, bir robotun tek bir saniye içinde 1 trilyon bitlik bir iletişim gücüne karşılık, insanda bu kapasitenin sadece 10 bit olması gerçeğinden yola çıkıyordu. Evet insanlar akıllı makineler yarattılar ve şu anda bir teze göre bu makinelerle başa çıkabilmek için makeneleşmek durumundalar.
2030 yılında, AR / VR denilen arttırılmış ve sanal gerçeklik piyasasının 1.4 trilyon dolarlık bir sektör olacağı tahmin ediliyor ( Citi ) ve bunun küresel yansımalarının ise 15.7 trilyon dolarlık bir hacime ulaşacağı belirtiliyor. ( PwC). Yine yapılan araştırmalara göre IoT denilen ‘şeylerin interneti” ile bir birine bağlanan cihazların piyasa hacmi 2030 yılında tahminen 125 milyar dolar civarında olacak. Endüstriyel robotların pazarında ise 2025 yılına dek 3 misli bir artış bekleniyor; bu sektörün piyasadaki değeri 22.8 milyar dolar olarak ölçülüyor.
Bütün bu veriler ışığında, kendini bilişsel alanlara yönelten tasarımcıların, mimarların sektörel anlamda hayata kalmasının önceliğine dikkat çekiyor uzmanlar. Bilişim alanındaki bu hızlı gelişmeler, eşyaların gelişen teknolojilerlerle gittikçe daha da minyatürleşmesi, yeni malzemelerin kullanıma sokulması, yeni algoritmaların oluşturulması, inanlara yeni nesneler ve yaşam biçimleri önerilmesi gibi alanlarda yaratıcı insanlara günümüzde çok ihtiyaç var. Ne varki bir yandan da, teknik çizimler, ar-ge süreçleri, analitik karar alma süreçleri, prototipleme gibi alanlarda insan gücüne neredeyse ihtiyaç kalmadı. Geleceğin tasarımcısı robotik dünya için daha çok bir mentor olmak durumunda. Yine de bu alandaki pek çok okumam şöyle bitiyor: Geleceğin bize neler getireceğini hiç birimiz bilmiyoruz !
Bu noktada her zaman yaptığım gibi geçmişe yöneliyorum. Kanımca geçmişte insan beyni daha rafine idi ve konsantrasyonu bu günlerdeki kadar bozulmamıştı; dolayısı ile insanlık için pek çok yol haritası geçmişte zaten çizilmişti. Bu yol haritaları halen pek çok alanda geçerliler.
Emeritus Nicholas Negroponte
MIT Medya laboratuvarının kurucusu Emeritus Nicholas Negroponte’un 1969‘da kaleme aldığı düşüncelerine bu açıdan bir göz atabiliriz. Makinelerle insanların birleşimine o yıllarda epey kafa yormuş ve bu anlamda bana göre eşsiz de bir kitap ortaya koymuş olan Negroponte, Mimarlık Makinesi isimli bu kitabın ön sözünde şöyle diyor:
“ Makinelerin tasarım sürecine destek sağlayabileceği üç yol vardır:
- Mevcut süreçlerin otomasyonu ve bu sayede süre ve maliyetlerin azalması sağlanabilir.
- Mevcut yöntemler tümü ile makinelerin özelliklerine ve yeteneklerine göre değişebilir; ve ilgili süreçlerin makineye uyumlu olmasının esas alındığı yeni bir düzen ortaya çıkar.
- Daha kapsamlı ve evrimsel olarak nitelendirilebilecek bir değişim yaşanabilir ve tasarım süreci tümüyle insanların ve makinelerin ortak eğitimi, gelişimi ve esnekliği ile gerçekleşebilir. “
Negroponte, “..sonu olmayan bir başlangıç olacağını göreceksiniz “ dediği bu kitabında, iki benzemez tür olan insan ve makine, iki benzemez süreç olan tasarım ve bilişim ile, iki akıllı sistem olan mimar ve mimarlık makinesi arasındaki ilişkileri hakkındaki oldukça ufuk açıcı görüşlerini 70’li yıllardan bizlere sesleniyor.
The Architecture Machine kitabı, Nicholas Negroponte
İster primitif yöntemleri öğrenerek, ister teknolojik gelişmeleri takip edip adapte olmaya çalışarak olsun, tasarımcının rolü bugün geleceği hayal etmek ve yapılandırmak. Bilgi dağarcığımızı sürekli geliştirerek günümüz dünyasında rollerimizi yeniden konumlandırmakta fayda var: tabure mi tasarlayacağız, geleceği mi yaratacağız?