31 Mart 2019

Kaç seçim sonra kazanan İstanbul olur? / Kent kavramına bir bakış

İstanbul’un eskiye dair her köşesi ve geleceği, yerel yönetimler elinde şekilleniyor, değişime uğruyor. Her gün inşa altında dev bir şantiye bu şehir…

Kentin bir aşk hikâyesi mi, yoksa birlikte medeni bir biçimde yaşayacağımız ortak bir fiziki çevre mi olduğu konusunda kafalarımız karışık.

Yerel yönetimler sahip oldukları uygulama alanları ve imtiyazlar dolayısı ile kentlerin şekillenmesinde en büyük karar verici rolü üstleniyorlar; ve onlara bu yetkiyi bizler veriyoruz. Fiziki çevremizi biçimlendirmek, kent yaşamındaki hayatımızı konforlu hale getirmek, bir bakıma tasarlamak üzere kararlar alacak ekipleri toplum olarak biz görevlendiriyoruz.

Bir kenti kent yapan nedir?

Okumalarımın çoğunda kentin en eski tanımı olarak Antik Yunan’da kullanılan Polis kavramı öne sürülüyor. Oysa polis ‘in anlamı, tam olarak “bir kentli gibi yaşa / live as a citizen “demek ve filozofik bağlamda, köklerini kuralların ve stratejilerin ifadesi olan “politie / politika” ya dayandırıyor. Politie Sanskritçe’de Pur, Litvanya dilinde Pilis kelimesinden gelirken; her ikisinin de anlamı  “yüksek tepeler, kale” gibi çeşitleniyor. -Polis uzantısı insanların doğal olarak yerleştikleri yerlerden çok, belli bir kurallar bütününde bir arada oldukları, döneminin gelişmiş kentlerini temsil ediyor. Bilinen en eski kullanımlarından biri ile Fransızcadaki cité kelimesi, müzelerden toplu konutlara kadar olan her türlü “konsantre” oluşum için kullanılıyor. Kökeni “bir topluluğa üye kişi” anlamına gelen “citizen”, Latincedeki “civitas” kelimesinden türemiş.. Daha da eski kökleri, uzanmak, uzanılacak yer, yatak, döşek anlamına gelen –kei / lie kelimelerine dek uzanıyor (po-leis). İngilizce de ayrıca aynı anlamda kullanılan “borough” kelimesi ise, Almanca’da da ortak olan ve kale anlamına gelen burh / burg kelimelerine dayanıyor.

Bizde ise daha çok eski bir deyiş ile şehir kelimesi Farsçadan dilimize geçmiş ve Şah kelimesinden evrilmiş. Bir topluluğa hükmeden, yöneten anlamında kullanılan şah kelimesinin eski Yunanca’da “satrap”, sonraları Farsçada “Şathrapana “ kelimelerinden geldiğini yazıyor kaynaklar; tümünün anlamı, “bakan, vali, yöneten kişi” aslında. Osmanlılar zamanında Şehr-emini, kent sorumlusu için kullanılan bir deyimdi.

Şimdilerde kullandığımız kent kelimesinin kökeni ise Orta Asya’daki eski İrani dillerine dayanıyor.  Bu dillerden Sogdca’da  ‘ kand”,  Sakaca’da “ kantha “ ve Uygurca’da “kend” olarak kullanılan bu kelimelerin tümü de “ kale” anlamına geliyor.

“Kale”de bir arada yaşamak!

Tüm bu basit araştırmadan anlayabiliriz ki, insanlar önce bir araya gelip toplaşarak birlikte uyudukları alana, güvenlik için bir de kale inşa etmişler. Bu kalenin etrafında bir arada yaşama kültürü oluşturmaya başlamışlar. Elbet o kalenin etrafına kendilerine ait barınacak evlerini inşa ederken, bu evleri birbirine bağlayan yolları, o yollardan akacak yağmur sularının kanallarını da akıl yürütüp yapmışlar. Örneğin bu kilden yapılmış ilk su altı yağmur oluklarını güzel ülkemizin dört bir yanına yayılmış antik kentlerde, mesela Aphrodisias’ta görmek mümkün.

Birlikte ve ortaklaşa yaşayan insanlar bu kentlerde “ortak” geçirilen zamanlar için de çeşitli yapılar ve düzenlemeler oluşturmuşlar. Bu yapılar hamamlar, rehabilitasyon merkezleri, alışveriş alanları, aktiviteler ve eğlenceler için arenalar gibi farklı özelliklerle karşımıza çıkıyor. Ne varki bunların çok büyük bir kısmı baştan bir planlama ile değil; daha çok doğaçlama olarak coğrafi şartların da getirdiği zorunluluklarla konumlanan yapılar. Belirli bir bölgede tarım yapmak veya ticari avantajları sebebi ile yerleşik hayata geçen topluluklar bu tesadüfi gelişen yerleşim alanının sınırlarını yüksek duvarlarla örerek, buralara da her biri özerk bir ülke gibi tanımlanabilecek kentlerini kuruyordu.

Marx‘ın deyimi ile kapitalist dünyanın en önemli sahnesi olan kentler gerçekten de yoğunlaşan ekonomik yaşam ile nüfus olarak da genişledi; ve bugün daha aşina olduğumuz yapısına büründü. Sanayi devrimi sonrasında artık kalelerin yamaçlarında değil; bacası tüten fabrikaların duvarlarına komşu kuruldu kentler. Eski uygarlıkların tersine ahenk içinde yaşanan yer olmaktan çıkıp farklı statüdeki, farklı amaçlardaki insanların bir arada yaşadığı heterojen bir çatışma alanına dönüştüler.

1903 yılında İngiltere’de ilk kentsel planlama okulu kuruluncaya kadar, kentin içindeki birimler tekil olarak tasarlansa da kentin kendisi tasarlanan bir alan değil.  20.yy ın başından itibaren, insanlar önceleri doğaçlama olarak gelişmiş bu yerleşim alanlarının eski bölgelerini yeniden elden geçirmeye, yeni bölgelerini de bir biçimde tasarlamaya başlıyorlar.

“Görünmez kentler”

21. yy’da ise bu tasarım işi biraz abartıya kaçıyor. Bugün gelişmiş ve zengin ülkelerin çoğu belirli konseptler etrafında kurulmuş kent projelerini hayata geçiriyorlar. Pek çoğumuzun aklına hemen Ortadoğu ülkelerindeki örnekler gelecektir. Akıllı kentler, yavaş kentler, teknoloji kentleri veya İngiltere’nin Kent bölgesinde 2014 yılından bu yana inşaat halinde bulunan bahçe kent Ebbsfleet, bu “konsept” kentlerden bazıları.

İnsanın sıfırdan kent hayal etmesine ilham veren İtalo Calvino’nun 1972 de kaleme aldığı kült kitabı “Görünmez Kentler” midir bilinmez ama bu arzu Uzakdoğu’dan, Ortadoğu’ya ve Avrupa’ya kadar sınır tanımıyor. Dünya haritasını hep aynı bakış açısından görmemizi dikte eden genel bilinç, nedense bu sıfırdan tasarlanan kent ütopyalarından Uzakdoğu’da ve Ortadoğu’da olanları yıllardır eleştirileriyle yerden yere vuruyor; diğer yandan söz gelimi Londra’daki bahçe kent hakkında çok az şey duyuyoruz.

Londra’nın kuzeyinde, hızlı trenle merkezden 18 dakikalık bir yolculukla ulaşılacağı vaad edilen Ebbsfleet, 2014 yılında George Osborne tarafından lansmanı yapılan ve devlet bütçesinden kullanılmak üzere, o gün açıklanan rakamla 300 milyon pounda malolacağı öngörülmüş bir dev proje. Proje o günden bu yana inşaat halinde ancak 15.000 adet konuttan bu güne dek ortaya çıkabilmiş olan sadece yüzlercesi, inşaat şirketleri tarafından özensizce yapıldığından devletin planlarını suya düşürüyor gibi. 

20 yıldan önce bitmesi hedeflenmeyen proje sonlandığında 65.000 kişinin burda yaşayacağı tahmin ediliyor. İşlerin uzamasından dolayı dar boğaza düşen yönetim; bu arazinin bir kısmını bir tema park yapması üzere Paramount’a satınca işler iyice kızışmış. Bölgeye yeni taşınmış ev sahipleri buranın kendilerine bir “bahçe kent” olarak bambaşka vaadlerle pazarlandığını oysa gerçeklerin başka olduğunu belirtiyorlar ve ilk fırsatta taşınmayı planlıyorlar.

Ortaya çıkan son durum istiflenmişçesine birbirinin aynısı olan ve düşük kalite ile yapılmış, üstelik bahçeleri çok az olan tuğla evler ile yılda 15 milyon ziyaretçi hedefleyen bir tema park…

İstanbul “şantiyesi”

İngiltere’deki örnek tanıdık geldi mi?!..

Son on yılda gerek şehir içinde gerekse periferide yüzlerce yeni yaşam vaadine sahne olan İstanbul, kendine bağlı kuruluşlarla birlikte 2019 yılı bütçesi 34 milyar 301 milyon TL olan bir büyük kent.

Geçtiğimiz yıl 15 milyon 29 bin kişi olarak açıklanan insan sayısı ile dünyadaki 129 ülkenin nüfusundan daha büyük bir kalabalık kent. (Bu sayının içinde milyonları bulan göçmenlerin ve kayıtsız nüfusun bulunmadığını da not düşelim.) İstanbul’da TÜİK’in geçen yıl yaptığı açıklamaya göre kayıtlı 4 milyon 168 bin motorlu taşıt var.

Bu dev rakamlarla birlikte, İstanbul her köşesi her gün inşa altında dev bir şantiye aynı zamanda. Bir köşesinde hâlâ pek çok birimi inşaat altında bulunan 3. Hava limanı, diğer köşesinde akıbeti belirsiz finans merkezi yapıları, pek çok semtinde bir arada devam eden kentsel dönüşüm inşaatları, İBB tarafından toplam inşaat uzunluğu 285 km olarak açıklanan ve halen 17 hatta 25.000 işçi ile devam eden metro inşaatları, yapı sektörünün içinde bulunduğu krizden kurtulmak için bel bağladığı çılgın proje Kanal İstanbul, bu dev şantiyeden gözümüze ilişenler…

Tüm bunlar bir yana, tarihi yarımadanın bir kısmının Katar bütçesi ile yıkılıp yeniden yapılacağını okuduğumuz haber manşetleri gözümüzden kaçmasın!

İstanbul’un eskiye dair her köşesi ve geleceği, yerel yönetimler elinde şekilleniyor, değişime uğruyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, bugün Türkiye’deki en güçlü tasarım karar vericisi. Sadece mimari yapılar değil, parklar ve bahçeler, ulaşım araçları, kamusal alanlar, yollar, köprüler, kent aydınlatmaları da yerel yönetimlerce ihale edilen ve fiziki çevremizi şekillendiren tasarım konuları arasında.

Burada sadece bir kaçına değindiğim tüm bu yenilenmenin ve yeniden yapılanların arasında tek bir tanesi yok ki aralarında mühendisler mimarlar ve tasarımcıların bulunduğu uzmanlarca estetik ve tasarım değerleri, çevreleriyle olan ilişkileri, fonksiyonları, doğaya olan duyarlılıkları, sürdürülebilirlikleri, güvenilirlikleri, üretim ve malzeme kaliteleri bakımından olumsuz olarak eleştirilmesin. Şimdi burada örneğin finans merkezinde birbiri üstüne bindirilmişçesine yükselen beton kütlelelerinden, “Kanal İstanbul” projesinin İstanbul ‘un iklimine ve doğal yaşamına etkisine, her geçen gün İstanbul boğazında süzülüp duran ulaşım araçlarından, yayaların yürüyemediği yollara, yağmurlu günlerde her köşesinden sulara boğulan metro geçişlerine çeşitli örnekleri sıralamam gerekse satırlar yetmez. Bunların tümü için pek çok yerde çok değerli kişilerce yıllardır kaleme alınmış; alınmakta olan yazılar, belgeler, savlar, raporlar, kitaplar var da var.

Peki neye yarar?

Kent, insanı insan yapan yerdir

Bu satırları kaleme alırken Aram Duran‘ın Deutsche Welle‘de yayınlanan izlenimleri şöyle diyordu: İstanbul’u kazanan Türkiye’yi kazanır.  Bu kazanç elbette siyasi olarak yorumlanabilir; ama büyük kentin bu tasarım ve yapı odaklı “işveren” gücü düşünüldüğünde, kazanç daha çok maddi olmalı.

Oysa kentlilerin ihtiyaçları da istekleri de farklı. İstanbullu, yaşadığı alanın bir rant kaynağı olarak görülmesinden, parsellere bölünerek talan edilmesinden rahatsız. İstanbullu, kentin en önemli fonksiyonlarından biri olan “ulaşım” sırasında sadece zamanını öldürmüyor. Cebindeki parasını, temiz havasını yitiriyor. Bunca yitmişlik içinde diğer insanlarla olan iletişimindeki saygısını, sağduyusunu da yitiriyor. Evine trafikte geçirdiği 2-2.5 saat içinde, veya toplu taşımada ondan ona atlayarak kalabalıkta saatlerce yolculukla giden İstanbullu sokakta karşılaştıklarına, evinde eşine, çocuğuna, kardeşine hiddetleniyor. İstanbullunun artık tek bir ağaca, tek bir sokak hayvanına gelen zarara tahammülü yok. İstanbullu denizle kavuşmak, iyot koklamak istiyor. İstanbullu tarihi yapılarına, anılarına, yıllardır alıştığı, sevdiği köşelerine kentin dokunulsun istemiyor. İstanbullu, geceleri evine girmek istemiyor; sabahlara kadar sokaklarda yaşamak istiyor. Alın bir yerel yönetim için kent tasarlama ip uçlarını!..

Mimar Cengiz Bektaş’ın deyimi ile: “Kent insanı insan yapan yerdir.” “Siz istediğiniz kadar onu beton ile donatın” diyor mimar, “eğer onları mutlu ve bir arada yaşamaya ikna edemezseniz, kent kent olmaz. “Bu kıymetli İstanbullu mimarın çeşitli yazılarının yer aldığı, Arkeoloji ve Sanat Yayınları’nın 2012 basımı ile derlediği “Yaşanası Kent” kitabını okumadıysanız okuyun, unuttuğumuz değerleri hatırlatacak sizlere.

Kentler birlikte yaşayan insanların kültürlerinin yansımasıdır. Yapay olarak çevresini tasarlayan insan bir bakıma sosyal yaşamını, kültürel katmanlarını simgeleştirir bu fiziki çevreyi yapılandırırken. Kent dokusu dediğimiz bu yapay çevrenin insanın algısal, kişisel gelişiminde büyük rolü olur. Bu nedenle bugün kenti tasarlayan yönetimlerin sorumluluğu sadece fiziki ve fonksiyonel olmanın ötesinde sosyal, kültürel ve psikolojiktir de…

Kent özgürleştirir… Ya İstanbul?

Bir Alman deyişine göre “kent insanın özgürleştiği yerdir”.

Peki öyle bir yer mi gerçekten İstanbul? Hiç de değil. İstanbul, kendimiz olabildiğimiz bir yer değil; aksine insanlar olarak bizim onun şartlarına boyun eğdiğimiz bir yer.

Bugün İstanbul’da basit bir yağmurlu havada bile dolup aşan su kanalları ile birer nehre dönüşen ana caddelerle başbaşayız.

Beklenen olası bir depreme karşı bırakın yerel yönetimin bize sunduğu ve bilgilerimizi periyodik olarak güncellediği bir afet eylem planımız olsun; pek çoğu mahallenin afet anında toplanma yeri bile belli değil. Belirlenen alanlar ihtiyacı karşılayacak nitelikte de değil.

Pek çok mahalleli halen çöp yığınları ile baş başa yaşıyor. Çöp atımı kentlilerin görgüsüzlüğü ile bir çığ gibi büyüyor; araçlardan yollara, yeşil alanlara, sokaklara, denize çöpümüzü canımızın istediği gibi atıyoruz ve yerel yönetim bu davranışı ortadan kaldıracak tek bir kampanya, bir eylem planı tasarlayıp hayata geçirmiyor.

Gürültü kentin önemli sorunlarından biri; özelikle yaz aylarında gezi teknelerinin boğazda, hem gürültü kirliliği hem de deniz suyu kirliliğinde büyük bir etki oluşturduğunu tüm kentliler olarak gözlemliyoruz.

Plansız kentsel dönüşümün ve beraberinde getirdiği trafik sorunu başta olmak üzere tüm diğer konular ile İstanbul her geçen gün biraz daha yaşanmaz bir yer haline geliyor. Havamız gittikçe kirleniyor, suyumuz daha sık kesiliyor. Toplu ulaşım erken saatlerde duruyor. Belirli hatlarda toplu ulaşım kesintili, aktarmalı olarak ilerliyor. Kentin orta yerinde konumlanan spor tesislerinde gerçekleştirilen karşılaşmalar sebebi ile kapatılan yollar sonucu zaten aşırı yoğunluktaki trafik tamamen durma noktasına geliyor. Deniz ulaşımı yeterince aktif kullanılmıyor; mevut hatlar iptal edilirken, ve ilave konulabilecek hatlar varken talep olmadığı belirtilerek kentliler köprü geçişlerine ve ücretli diğer geçişlere yönlendiriyor. Metrobüs, tren, otobüs gibi toplu ulaşım hatlarında her zaman beklenmedik aksamalar sıklıklıkla yaşanabiliyor; araçlar gelmiyor; bozulabiliyor; kaza oranları yüksek. Toplu taşıma sistemi zaten iyi ve dakik bir biçimde çalışamıyor.

Kentlinin deniz ile olan iletişimine her geçen gün biraz daha set çekiliyor. Kıyı şeridindeki yapılaşma ve özelleşme gittikçe artarken bu özel tesislere girme imkanı bulunmayan İstanbullu denizden uzaklaştırılıyor. Yaya hakları yok denecek kadar az. Belirli rotalarda yaya olarak erişim için çok uzun mesafeler aşılması gerekiyor.

Parksız-bahçesiz, kültürsüz-sanatsız bir şehir  

İstanbullulara sunulan kültürel, sanatsal ve sosyal buluşma alanları ve etkinlikleri öyle az ki aileler ve gençler bu amaçlar doğrultusunda hemen hemen her mahallede yapılanan AVM’lere yönlendiriliyor. Park ve bahçe yoksunu kentte, yeşil alanlar her an ranta kurban edilebiliyor; bunun yerine, dikey yeşilliklerle donatılan yol kenarlarında bu uygulamalar öyle yoğun bir biçimde yaygınlaşıyor ki; vergi veren herkesin aklına bu maliyetli uygulamanın neden ve ne amaçla bu kadar fazla artttığı, bu kaynağın daha yararlı bir amaç için kullanılıp kullanılamayacağı sorusu beliriyor. Bu dikey yeşilliklerin tasarım özellikleri ise ayrı bir konu; uygulamalarda iyi eğitimli gözlerin ayırt edebileceği türden bir temel tasarım beceriksizliği gözlemleniyor.

Kentte yapılan hemen her uygulama kalitesiz, aceleci ve özensiz bir tavır ile sergileniyor. Kaldırım döşemeleri, metro hattı granitleri gibi kentsel elemanlar daha yapılmalarının üzerinden esaslı bir süre geçmeden kopuyor; düşüyor, kırılıyor. Kent aydınlatması doğru ve verimli bir biçimde yapılmıyor; yapılmış aydınlatmaların doğru biçimde bakımları ve sürekliliği sağlanmıyor. Gece olunca İstanbul adeta bir düğün salonu estetiğine bürünüyor.

İstanbul bu güne dek hiç iyi yönetilemedi ve halen de yönetilemiyor. Yerel yönetimler bir kentli olarak örneğin beni iyi hizmet verdiklerine bir türlü ikna edemedi. Aksine kontrolsüz, tesadüfi, güvenliksiz bir biçimde her konuda kendi çözümlerimi oluşturarak bu kentte yaşamaya çalışıyorum. Bütçemin büyük bir kısmını ulaşıma, ısınmaya, suya harcarken kapıma bırakılan ve üzerinde semtimin ismi bulunan bir kahve kupası başkasını belki kesiyordur ama beni idare etmiyor.

Bugünden sonra kentlerimizin yeni yöneticileri belli olacak. Onlar yukarıda saydığım ve tümü tasarım problemi olarak ele alınabilecek konulardaki tek yetkili olacaklar. Umarım, her konuda o alanların iyi eğitim almış uzmanlarına yetki ve olanak verirler ve amaçları sadece problem çözmek olur. Diğer yandan seçimi kim kazanırsa kazansın, kent sakinleri onlardan daha iyi bir yaşam için talepkar ve beklentili olsun dilerim. İyi gitmeyen konular için sosyal medyada veya komşularımıza söylenmek yerine isteklerimizi ilgililere bildirelim.

Tasarım yaşam kalitesini arttırmak için var; ve iyi yaşam herkesin demokratik hakkı. Yine Cengiz Bektaş‘ın aktardığı bir alıntı ile bitireyim:

“Yeter mi? Elbette hepsi birden olamaz… Kaplumbağa ne demiş – Bu hızla Hac’a gidemezsin” diyenlere? Yolunda ölürüm ya!..“

Yazarın Diğer Yazıları

Kavuşturan tasarım

Taksim Meydanı yarışması için gerçekleştirilen ve İBB TV’den de canlı olarak yayımlanan buluşma toplantısı kolektif tasarım adına atılabilecek en önemli ve gerçek adımlardan biriydi

İstanbul'dan Saskia Sassen ve Richard Sennett geçti

Sassen’e göre yapılaşmayı nihayetinde öğrendik; çünkü doğaya ve çevremize saygılı olmamız gerektiğini, insan odaklı olmanın kaçınılmaz olduğunu acı deneyimlerle idrak ettik. Artık bunu nasıl uyguladığımız önemli

Doğal afetler için tasarım

Telefonların çalışmadığı, internetin kesildiği, evimizin olmadığı, arabamıza atlayıp bir yere gidemediğimiz bir ortamda ne yapacağımıza dair bir fikrimiz var mı?

"
"