Bundan tam 15 yıl önce kendimi İstanbul’da, Maslak Oto Sanayi’nin karanlık, ıssız sokaklarında adres ararken hatırlıyorum. Arabanın arkasına yüklenmiş bir sehpa, bir aydınlatma veya bir paravan gibi bir takım eşyalarla in cin top atan bu tekinsiz görünümlü yerde, eğer şanslı isem adres soracak birini bulur; “Ablacım sen burda bu saatte napıyosun?” der gibi bakışlar altında yönümü bulurdum; navigasyon lüksünden önceki zamanlardı. Tasarımlarımın fotograflarını çektiğimiz stüdyo burasıydı; fotografları çeken arkadaşımın da eviydi aynı zamanda burası.
Yine aynı yıllarda, söz gelimi ilk web sitelerimden birini hazırladığımız yıllarda sanayide sabahlara kadar çalıştığımızı hatırlıyorum. İstanbul’da yaşadığım ve çalıştığım son 20 yılda, başka projelerin başka reklam ve çekim işleri başta olmak üzere sayısız kere sanayinin yolunu tutmuşumdur.
Bu bölge elbette benim kişisel deneyimimden çok öncelerden bu yana, 90’lı yıllardan beri başta heykeltraşların, sanatçıların, reklamcıların, film endüstrisinin, fotoğrafçıların yani yaratıcı endüstrilerde iş ve hizmet üreten pek çok stüdyonun yer aldığı bir bölge. Sertap Erener ya da Baba Zula gibi müzisyenlerin de kayıt ve çalışma stüdyoları burada, Mehmet Gürs’ün kahve üssü de burası.
Maslak Oto Sanayi Sitesi’nde, buranın asıl sakinleri olan oto yan sanayicilerinin, kaporta ve boya atölyelerinin arasında onlarla birlikte yaşayan, çalışan bu stüdyolardan özellikle sanat tarafında çalışanlar bugüne dek pek çok kere konu da olmuştur.
En az 10 yıl önce bölgeye taşınmış olan Seçkin Pirim onlardan biri. Heykeltraş olan Seçkin, çağdaş ve soyut heykeller üretiyor. Bu üretimi kağıttan metale, PVC’den cama kadar uzanan çok farklı malzemeler ve malzemeye dayalı üretim teknikleri gerektiriyor. Her sanatçı gibi Seçkin’in de üretiminin belli bir boyut kısıtlaması yok; hatta bir heykeltraş olduğu için kamusal alanlara da zaman zaman üretim gerçekleştiriyor; bu da oldukça büyük ve hacimli işler üzerinde çalışabiliyor olması demek.
Seçkin’in eserleri çoğunlukla en son teknolojileri sunan makinelerden çıkıyor. Lazer kesim aletleri bunlardan biri. Form alan nesneler sonra sanatçının kurguladığı biçimde renk alıyor. Sanayi, sanatçının tüm bu üretim süreci içerisinde rahatça çalışabileceği bir alan olarak çok cazip gelmiş ve içinde bulunduğumuz günlere kadar burada tüm çalışmalarını büyük keyifle sürdürmeye devam etmiş.
Erdil Yaşaroğlu da burada
Son ziyaretlerimden birinde yaptığımız kısacık sohbette bana komşuları ile, sanayideki diğer atölyeler ile nasıl bir dayanışma içinde çalıştıklarını anlattı. Etrafındaki tamirciler, kaportacılar Seçkin’i yadırgamak bir yana hemen onunla işbirliğine girmişler; zaman zaman ondan gelip lazer kesim isteğinde bulunanlar olduğu gibi, Seçkin de boya işleri için burada tanıştığı bir kişi ile birlikte uzun yıllardır çalışıyor.
Seçkin’in komşularından biri Erdil Yaşaroğlu. Karikatürist olarak tanıdığımız ve bir zamanların efsane mizah dergisi Penguen’i Selçuk Erdem ile birlikte çıkaran Erdil, aslında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi’nden mezun bir
heykeltraş. Televizyondan karikatüre kadar pek çok alanda hep hayatlarımızın içinde olan Erdil’in heykellerini ürettiği stüdyosu sanayide. İnce mizah çizgisinin üç boyutlu hale dönüştüğü bu heykellerin de büyük bir kısmı hacimli büyük işler. Sanatçının üretimleri büyük boyutlu olduğu için değil, burada çalışmayı sevdiği için burada… Zira bu heykeller bazen rölyefler ya da kaide üzerinde duran nesneler olarak çeşitliler. “Bazen Pazar günleri bile geliyorum” dediği sanayi ortamını her halinden sevdiği belli oluyor Erdil’in de.
Yeniden uğramayı düşündüğüm atölyesine gitmeden önce, Sanayi 313’te yemek yerken karşılaştığımızda Erdil, ziyaret etmem için bana bir atölye daha önerdi ve yemek sonrasında oraya da gittim. Ama öncelikle Sanayi 313’ten bahsetmeliyim.
Açıldığı günden bu yana beni zevkliliğine hayran bırakan bu mekanın kurucuları Amir ve Enis Karavil kardeşler. Enis‘in iç mimarlık ve mimarlık hizmetlerini de yürüttüğü stüdyosu olan bu mekan bir yaşam stili dükkanı aynı zamanda. İçerisinde pek çok tasarım odaklı markanın ürünleri satışa sunuluyor. Bu ürünler kırtasiye malzemelerinden traş setlerine, büstlerden çanta ve ayakkabılara kadar çok çeşitli. Sanayi’nin en yenilerinden biri olan bu mekanda aynı zamanda her gün taze ve leziz yemekler sunan bir de restoran kısmı var. İyi müziği ve kaç kere gittiysem her defasında mükemmel izlenim bırakan ekibi ile sanayi ortamında bir tasarım vahası gibi 313'üncü iş için veya arkadaşlarıma geldiğim her defasında bu sebepten mutlaka uğruyorum buraya.
Urban Atölye
Son aylarda üzerinde yoğun olarak çalıştığım yeni bir tasarım var ve bu tasarımın üretiminin bir kısmını sanayide yer alan bir başka adreste, Urban Atölye’de gerçekleştiriyoruz. Urban Atölye’nin kurucusu mimar Nilüfer Kozikoğlu. Nilüfer’in malzeme üzerine yoğunlaşan çalışmaları, onun araştırmacı kimliğini de ortaya çıkarıyor. Hem sahada hem eğitim hayatının içinde olan bir mimar olarak, tasarımcı ve üretici kimliğini dizginleyemeyince, önceleri öğrencileri ile malzeme ve form üzerine deneyler yapmak, sonrasında da bir firma için sipariş aldığı seri üretilecek nesneleri ortaya çıkarmak için buradaki atölyesini kurumuş. Temelde beton malzeme ile üretim yapan Nilüfer, bu malzemenin bana göre en meraklı uzmanlarından biri. Alıştığmız, pek çok bağlamda sıradan bulduğumuz beton ile ev eşyaları, mobilyalar, heykeller ve aksesuarlar üretirken bunları kumaş, ahşap, metal, cam gibi malzemelerle harmanlayan bir tasarım atölyesi burası. Kolektif çalışmanın gücüne, tasarımcının özgünlüğüne inandığı için de pek çok farklı tasarımcı ile işbirliğinde yeni ürün serilerine, sergilerine imza atan aktif bir kişilik Nilüfer. Bütün bunlar Urban Atölye’yi sanayinin en önemli tasarım üslerinden biri yapıyor. O da diğerleri gibi tüm üretimleri sırasında civardaki oto tamircilerinden, imalathanelerden ve diğer tasarımcılardan, sanatçılardan destek alıyor; gerektiğinde de veriyor.
Nilüfer’e önceki gelişlerimden birinde çok daha eskilerden tanıdığım 333km’ye, tasarımcı Deniz Duru’nun atölyesine uğramıştık. Deniz sanırım bu şehirde açtığım ilk sergilerden birinde bile yer almış olan köklü bir tasarımcı. 2011’den bu yana çalışmalarını tamamen ahşap üzerine yoğunlaştırmış ve ekip arkadaşları ile artık Maslak Oto Sanayi‘de sürdürüyorlar üretimlerini. Kişiye özel tasarımlar yapıyor ve bunları kendileri üretiyorlar 333 km’de… Çok güzel bir kitaplık, bir sehpa, bir tavla masası, veya ahşaptan aklınıza gelebilecek herhangi bir eşya için eğer “tasarımcı“ elinden çıkmış olsun, en iyi kalite malzemeden üretilsin, detayları mükemmel olsun derseniz; mutlaka uğramanız gereken bir adres burası.
Sanayi’deki en yeni keşfim ise Kemiq. Erdil’in tavsiyesi ile, öyle sıradan bir günde kapılarından içeri uzanıyoruz geçerken… Aynı meslekten olmanın ve doğal olarak pek çok ortak insan ve konu tanımanın rahatlığı ile devam ettiğimiz kısa sohbet içerisinde Kemiq’in sağlık sektöründen reklamcılara veya endüstriyel tasarımcıların prototiplerine kadar pek çok alana yayılan işlerinden haberdar oluyorum. Asıl işleri 3 boyutlu yazıcı üretmek olan bu firma, Sanayi’nin en eskilerinden. Cahit Ogün Onat, 90’lardan beri burda olduğunu söylerken, o yıllarda pek başka kimselerin olmadığını belirtiyor etrafta. Bugün ise çevreleri tasarımcılar müzisyenler ve sanatçılarla çevrili. Burada yüksek performanslı yazıcılar üretip bunların filamentlerini ve yedek parçalarının satışını gerçekleştirirken, bir yandan da çeşitli farklı sektörler için 3D yazıcılardan ürün üretimi gerçekleştiriyorlar. Ben gititğimde tezgahın üzerinde bir insan kafası vardı ve bu maketin, saç ekimi ile uğraşan sağlık kuruluşları için üretildiğini öğrendim. Kol ve bacak protezleri üreten makineleri inceledim.
Maslak Oto Sanayi’de yer alan bu yaratıcı atölyeleri size tek tek sunmaya kalksam saatler sürer. Bu alanın günden güne gelişen bu durumu, İstanbul’da doğal hali ile, zaman içinde kendiliğinden gelişen bir yaratıcı bölgemiz olduğuna işaret ediyor. Dünyada böylesi yerlere “design district (tasarım bölgesi“ deniyor. Helsinki’de, Londra’da, Milano’da, Miami’de bu bölgelerden var.
Ticaret yapan benzer firmaların sektörel bağlamda kent içerisinde bir araya toparlanması fikri çok eskilere dayanıyor ve ilk örnekleri moda ve lüks markalarının Paris ve Londra’da toplaştığı çeşitli caddeler olarak gösteriliyor. Zamanla sanatçıların, bohemlerin kent içinde kümelendiği soho bölgeleri de ortaya çıkıyor. Tasarımcıların ve tasarım malları sunan işletmelerin bir araya geldiği bölgeler ise mesleğin yaygınlaşması doğrultusunda biraz daha yeni.
Kendiliğinden oluşan kimi örnekleri takiben, günümüzde bu bölgelerin turizm bakımından bir cazibe merkezi olduğunu gören kent yönetimleri artık özel olarak böylesi bölgeler inşa ediyor ve kullanıma sunuyor. Dubai Design District, Port Bakü veya Cape Town‘daki Silo bölgesi bunlardan sadece bir kaçı. Bu bölgeler moda, ürün tasarımı gibi özelleşmiş dükkanlara ev sahipliği yaparken bünyelerindeki özenle tasarlanmış restoranları ve kafeleri, kolektif çalışma ortamları, müzeleri, galerileri ile hem turistlerin hem de kent sakinlerinin ilgisini çeken kültürel alanlar…
Yoktan var edilerek büyük yatırımlarla yaratılan ve sürekli olarak özel bir “işletme“ çabası gerektiren, veya yılda bir iki kez düzenlenen zorlama tasarım etkinlikleri ile ayakta tutulmaya çalışılan bölgelerin başarısı ne kadar uzun ömürlü olabilir bilinmez ama kendiliğinden gelişen, altında uzun yıllara dayanan bir kültür oluşturmuş sanayi gibi bölgelerin önemi bir kent için oldukça büyüktür.
Böylesi oluşumların varlığını sadece izleyici tarafından turistik olarak değerlendirmek fazla yüzeysel olur. Bu bölgelerde yaratıcı insanların kümelenmesinde başlıca etken belki rahat çalışma koşulları, fiziki imkanlar gibi görünebilir; diğer yandan buralardaki mekanların ekonomik koşulları da bu kesimde çalışanlar için başlıca tercih sebeplerinden biri. Şu ya da bu sebeple bir araya toplaşan bu insanlar hem birbirleri ile hem de çevreleri ile işbirlikleri kuruyor, iki taraflı bir kültürel değişime, gelişime öncülük ediyorlar. Onlar burada yaşamlarını sürdürdükçe, onların müşterileri, koleksiyonerleri, meraklıları bu bölgelere uğrar oluyor. Farklı kültürden insanların buluşması ile eşsiz bir zenginlik ortaya çıkıyor.
15 yıl önce fotoğraflarımı çeken arkadaşım Sanayi’deki ortama o kadar adanmıştı ki daha sonraları stüdyosunu Genç Klasikçiler Festivali ismi ile klasik müzigin evi haline getirmişti. Akşama dek bir otomobilin altında civata sıkmış bir delikanlının gece burada düzenlenen ve kapıları herkese açık olan klasik müzik dinletisine katıldığını bugün bile hayal ettiğinizde size ütopya gibi gelebilir; ama bu gerçekti, oluyordu sahiden de…
Bugün de burada ismini sayamadığım galeriler, yazarlar, ressamlar, sanatçılar, tasarımcılar, müzisyenler kendi habitatlarını kurmuş, kentin yaratıcı endüstrisini tuğla tuğla örüyorlar.
“Büyük Adam” Teorisi
İster istemez buranın İstanbul’un Scenius’u olduğunu düşünüyorum. Dahi anlamına gelen genius kelimesinden türetilen bu deyimi ilk kez müzisyen ve prodüktör olan Brian Eno kullandı. Üstün entellektüel yetenek ve yaratıcı üretkenlik gösteren kişilerin dehasının genlerinden geldiği düşünüldüğünden bu kişiler için genius terimi kullanılır. Bu tabirle anılanlar, yani dahiler özelikle 19’uncu yüzyılda da yaygınca inanıldığı üzere diğer insanlardan görece doğuştan üstün kişilerdi ve insanlık tarihi de bu kişler etrafında gelişmişti. “Lider olunmaz, doğulur” lafı bu “dahi” inanışından kaynaklanmaktaydı. Hala bu Büyük Adam Teorisi’ne (Great Man Theory) inananlar olsa da, artık biliyoruz ki, yaratıcılık herkesin sahip olduğu, ancak zamanla üstünü sosyal baskı, eğitim, iş ortamı gibi faktörlerle örtebildiği ve fark edemeyeceği kadar kendinden uzaklaştırdığı bir özellik.
Brian Eno’nun ortaya attığı terim insanlardaki yaratıcılığın gelişmesi için uygun sosyal ortamların motive edici olduğuna işaret ediyor. Genius kelimesi bu sosyal ortama, sosyal etkileşimin gerçekleştiği sahneye (scene) işaret edercesine değiştirilmiş ve ortaya Scenius çıkmış. Türkçe’mizde henüz bir çevirisi bulunmayan bu terimi orjinal hali ile kullanmak durumundayım. Eno, örneğin 70’lerin müzik ortamındaki üretkenliği o dönemin sosyal ve yaratıcı sahnesinin zenginliğine bağlıyor. Tarih’te pek çok scenius hikayesine rastlamak mümkün.
Farklı alanlardan insanların bir araya gelip etkileşimde bulundukları bu yaratıcı ağın ortaya çıkardığı sahne, içinde bulunanları da izleyenleri de mıknatıs gibi daha büyük bir üretkenlik içerisine çekiyor. Bir bakıma rutin hayata karşı tepkime ile bir tür uygunsuzluk içinde gelişen bu ortam (scenius) deneyselliğe, yardımlaşmaya, ortak takdire ve bir arada tek ses olmaya yatkınlığı ile eşsiz bir bölgesel kültürü ifade ediyor. Yeteneklerin buluştuğu bir tür ekolojik sistem sözünü ettiğimiz, aynı Maslak Oto Sanayi bölgesindeki gibi.
Gelişen İstanbul’un tam göbeğinde kalan bu bölgenin etrafı gökdelenlerle çevrilmiş durumda. Her ne kadar zor bir iş gibi görünse de gün gelecek yakılacaklar; bu kirli atölye binaları bugün İstanbul’da ranta dayalı kentsel dönüşümün en karlı noktaları. Türlü türlü yatırımcılarla birbirinden farklı projeleri görüşüp teklifleri dinleyen MASKOOP, buradaki mal sahiplerinin taşınması için Silivri’yi merkez gösterse de, Silivri’deki arazinin hala ruhsat sorunu var ve inşaat başlayamamış. Diğer yandan arazi öyle değerli ve kentin yüksek binalara teslim olmuş yaşam şekli öyle kapıya dayanmış durumda ki, hızlı gelişebilecek bir ikna turu ile bir anda bu bölge dönüşümün yeni adresi olabilir.
Oysa, Maslak Oto Sanayi’de rantın çirkin dönüşümü henüz değil ama bir kentin başına gelebilecek en güzel dönüşümlerden biri olan kültürel dönüşüm 20 yıldır başlamış, halen devam ediyor.
İstanbul’un Scenius’u tam da burası! Ne yapmalı? Nasıl yapmalı?..