15 Mart 2025
4-6 Mart 2025 tarihinde Avrupa Parlamentosu’nda bir konuşma yapmak üzere gittiğim Brüksel’de, konuşmamın yanı sıra son derece önemli üst düzey temaslar gerçekleştirdim. Aralarında AB Konsey Başkanı Antonio Costa, Alman Başbakanı Olaf Scholz, İspanya Başbakanı ve Sosyalist Enternasyonal Başkanı Pedro Sanchez, Avrupa Parlamentosunda Sosyalist ve Demokratlar grup başkanı ve eski İsveç Başbakanı Stefan Löfven’in de bulunduğu çok sayıda isimle görüşme fırsatı buldum. Bu seyahat vesilesiyle partimizin temel ilkelerini, dış politika anlayışını ve Avrupa Birliği’ne ilişkin perspektifimizi muhataplarımızla paylaştım. Aynı zamanda küresel ve bölgesel gelişmelerin Avrupa siyaseti üzerinde ne denli ağır bir etkide bulunduğunu yakından gözlemleme ve bu süreçte neler yapılabileceğine dair önerilerimizi paylaşma fırsatı buldum. Bu yazımda, gerçekleştirdiğimiz temaslar vesilesiyle, Avrupa ile Türkiye arasındaki ilişkilerin nasıl bir zemine oturtulması gerektiğine dair fikirlerimizi yurttaşlarımızla paylaşacağım.
Küresel sistemin ve bölgemizin yeniden şekillenmekte olduğuna şüphe yok. Önemli olan böylesine kritik bir dönemeçte ülkemizin kendisini nasıl konumlandıracağı, içinde derin belirsizlikler taşıyan bu dönüşümden Türkiye’nin kendisine bir zarar gelmeden en akılcı yolu nasıl bulabileceğidir.
Öncelikle AK Parti iktidarının bu süreçte birçok açıdan çok sorunlu bir yol izlediğini belirtmem gerekir. Sayın Erdoğan, Trump yönetiminin başta AB olmak üzere müttefikleriyle sorunlu bir ilişki dönemine girmesini ve Ukrayna Savaşı’nda hızlı dönüş yapmasını, tıpkı göçmen meselesinde olduğu gibi bir tür “stratejik fırsatçılığa” çevirmek istemektedir. Sayın Erdoğan, iktidarının ilk yıllarından bildiğimiz bir taktiği uygulamakta, Avrupa Birliği’ni içeride iktidarda kalabilmek için kullanmaya, araçsallaştırmaya çalışmakta, sürecin hiçbir noktasında atılması zorunlu demokratik adımlardan bahsetmemektedir. Hepimizin hatırlayacağı gibi, “AB’ye üye oluyoruz” medya kampanyasıyla 2004-2005’te başlatılan süreç, içeride gerekli bürokratik dönüşümler gerçekleştirildikten ve AKP kendi iktidarını sağlama aldıktan sonra uyutulmuştur. İçi boş denilebilecek “AB’ye üye oluyoruz” söylemiyle başlayan sürecin sonunda, AB ile ilişkilerimizin gelip dayandığı yer ise sığınmacı pazarlıkları olmuştur. AB ile ilişkilerimiz, demokrasi zemininden ve ilke temelli müzakerelerden tamamen koparılmıştır. Erdoğan’ın ifadesiyle, sığınmacılar için en az 40 milyar dolar harcanmıştır. AKP iktidarı, bu pazarlığın karşılığı olarak AB’den bir tür “eleştiri muafiyeti” elde etmiştir. Sonuçta, ekonomik, sosyal, kültürel, demografik maliyetler ise vatandaşlarımızın sırtına yüklenmiştir. Avrupa Birliği ile Erdoğan iktidarı arasındaki mutabakat Türkiye açısından bir kaybet-kaybet denklemi olmuştur.
Cumhuriyet Halk Partisi ise en başından beri, Avrupa Birliği’ne tam üyelik konusunda son derece ısrarlı ve kararlı bir pozisyonda durmaktadır. CHP, AB ile aramızdaki ilişkilerin yeniden ilke temelli bir ilişki haline gelmesini savunmakta, sığınmacı meselesinin, diğer her şeyi unutturan, yok sayan bir unsur olarak görülmesine karşı çıkmaktadır.
Bugün ABD ve Avrupa arasında, artık herkesin farkında olduğu uzlaşmazlıklar bulunmaktadır. Bilhassa Ukrayna meselesiyle belirginlik kazanan uzlaşmazlıklar, esasen daha eski tarihlere dayanan, Avrupa’nın “stratejik özerkliği”, güvenlik mimarisinin yeniden şekillendirilmesi gibi arayışları hızlandırmıştır. Son zamanlarda, Avrupa’nın en sıcak gündemlerinden biri, Avrupa coğrafyasının güvenliğinin, ABD’ye olan bağımlılığının azaltılarak nasıl sağlanacağıdır. Bu bağlamdaysa, Türkiye’nin, yeni güvenlik mimarisinde nasıl yer alacağı, hayatî bir soru haline gelmiştir.
Biz, memleketimizi çok yakından ilgilendiren, bir parçası olduğumuz Avrupa’nın güvenliği konusunda, Türkiye’nin çok önemli bir pozisyona sahip olduğunu ve olacağını öngörüyoruz. Avrupa’nın güvenlik konusunda özerkleşebileceği, ABD’ye bağımlılığını azaltabileceği bir güvenlik sisteminin inşası için, Türkiye’nin aktif ve dengeyi hiçbir zaman terk etmeyen bir rol oynaması gerektiğini savunuyoruz. ABD’yle ve diğer küresel güçlerle dengeli bir ilişki içinde kalarak Avrupa güvenlik mimarisinin parçası olmakla, Avrupa’nın bekçiliğini üstlenmek arasında bir ayrım yapıyoruz. İlkini savunurken, ikincisini net bir şekilde reddediyoruz.
Bizim, bu meseleye yaklaşımımızda, Erdoğan iktidarıyla ayrıştığımız başka bir husus daha var. Biz, güvenlik ve strateji ile demokrasi, insan hakları, hukuk devleti arasında pozitif bir ilişki kurulması gerektiğini savunuyoruz. Sığınmacılar üzerinden kurulan al-ver ilişkisinin, bu defa da “güvenlik sağlama” üzerinden kurulmasına karşı çıkıyoruz. Avrupa Parlamentosu’nda yaptığım konuşmada da pragmatik aktörlerin, al-ver siyasetini; ilke sahibi aktörlerin ise değerler üzerinden müzakereyi tercih ettiklerini ifade ettim. İkincisinin daha kalıcı, daha güvenilir olduğunu vurguladım. Basit pazarlıklarla elde edilen kısa vadeli kazançların kolay kaybedileceğini unutmamak gerekir. Biz değer merkezli bir dış politikanın, küresel gerilimlerin arttığı, bölgesel krizlerin yoğunlaştığı dönemlerde daha önemli olduğuna inanıyoruz.
Erdoğan iktidarının, AB ile sığınmacılar sorunu veya güvenlik meselesi üzerinden yaptığı pazarlıklar, Türkiye’yi AB’ye yaklaştırmak yerine uzaklaştırmaktadır. 2018’de müzakereler dondurulunca, AB Türkiye’yi bir “aday ülke” olarak değil “stratejik ortak” olarak görmeye başlamıştı. Günümüzde iktidar, Türkiye’yi, yeniden AB’ye katılım sürecine taşıyacak ve aday ülke haline getirecek adımlar atmak yerine, ABD dış politikasındaki dönüşümden yararlanıp, ilişkileri tamamen stratejik bir eksene oturtmaya çalışmaktadır. Bu bağlamda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ağzından yapılan “Avrupa’nın Türkiye’ye ihtiyacı olduğu”, “AB üyeliğinin stratejik hedefimiz olduğu” ifadelerini yeniden düşünmek gerekir. Avrupa güvenlik mimarisinde, Türkiye’nin rolü önemli olacaktır; ancak Avrupa’nın bize ihtiyacı olduğu kadar, bizim de demokrasiye ve hukukun üstünlüğüne ihtiyacımız vardır. Avrupa ile ilişkilerimizin ise “ilkelere”, “istikrara”, “karşılıklı güvene” ihtiyacı vardır. Göç ya da güvenlik konusunda al-ver pazarlıkları ile yetinmek, buna razı gelmek, her şeyden önce, Türkiye’ye karşı büyük bir haksızlık olur.
Öte yandan, AB’ye tam üyeliğin şartları açıktır. Erdoğan, AB üyelik sürecinde samimiyse, yapması gereken ilk iş, yargının araçsallaştırılmasından vazgeçmek ve Türkiye’de tam demokrasinin tesis edilmesine dönük adımların atılmasına katkıda bulunmaktır. Ülkede bir gözaltı fırtınası estirirken AB’ye üyelikten söz etmek tam bir samimiyetsizliktir. İçerideki sorunları çözmek yerine büyüten, topluma sunabileceği, umut verebileceği bir politikası kalmamış olan Erdoğan’ın, AB’nin güvenlik kaygıları üzerinden kamuoyuna yeni bir “üyelik hayali” pazarlaması doğru değildir. Bir AB yetkilisinin dediği gibi “üyelik için demokratikleşme dışında bir arka kapı” bulunmamaktadır. AB’nin şu dönemde bir güvenlik kaygısı içinde olduğu doğrudur; ama AB bir güvenlik örgütü değildir.
Biz CHP olarak öncelikle yurttaşlarımıza demokratikleşme, insan haklarına saygı ve hukukun üstünlüğünü vaat ediyoruz. Bunlar olmadan AB üyeliğinden bahsetmenin bir anlamı yoktur.
Biz Türkiye’nin AB’yle yalnızca ve yalnızca jeopolitik konumunu öne çıkararak diyalog kurmasını, hem demokratikleşmeyi gerileteceği hem de ülkemizi uluslararası alanda kendisini sadece askeri gücüyle var eden bir ülke konumuna indirgeyeceği için doğru bulmuyoruz. Gerçekçi bir şekilde, güvenlik kaygılarının geçerliliğini kabul ederek, demokrasiyi ve demokratikleşmeyi göz ardı etmemek gerektiğini vurguluyoruz. 6 Mart’ta Brüksel’de katıldığım Avrupa Birliği Konseyi’ne hazırlık toplantısında da buna dikkat çektim: Yoğun kaygı ortamında demokrasinin ikinci plana atılması, sonuçta bizim de bir parçası olduğumuz Avrupa siyasetinde, tam da yükselişinden kaygı duyulan anti-demokratik akımların yükselmesine neden olacaktır. Demokrasi ile güvenliğin, stratejik kaygılarla insan haklarının birbirine alternatif görülmemesi gerekir. Demokrasi, yalnızca ülkemiz için değil Avrupa’daki siyasal ortam için de çok hayatî önemdedir. Biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak, Avrupa’yla yalnızca güvenlik konusunda değil; bir bütün olarak ırkçılıkla, İslamofobiyle, sağ popülizmle mücadele ve demokratik değerleri koruma, diğer bir deyişle AB’de demokrasinin korunması ve geliştirilmesi konusunda da iş birliği ekseninde ilişki kurmayı bir vizyon olarak benimsiyoruz. Bu konuda kardeş partilerimizle beraber diyalog ve dayanışma içinde olma iddiasını taşıyoruz. Güvenlik ve demokrasinin birbirinden ayrılamayacağını savunuyoruz.
Türkiye’nin yıllar önce kaybettiği öngörülebilir, güvenilir, saygın bir ülke olma özelliğini yeniden kazanıp, gerekli reformları yaparak AB yolunda yürümesi, gerektiğinde AB’ye kendi değerlerini de hatırlatarak onu ilke zeminine çekmesi ve Avrupa’da demokrasinin güçlendirilmesi CHP’nin AB sürecindeki ana vizyonunu oluşturmaktadır.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin Türkiye’nin önüne koyduğu en önemli hedeflerden biri AB’ye tam üyeliktir. Kararlı adımlarla yürüdüğümüz bu hedefimize Avrupa’da, hükümette olanlar dahil olmak üzere kardeş partilerimizden tam destek görüyoruz.
İktidarımızda ışık hızıyla Kopenhag kriterlerini hayata geçireceğiz. Avrupa ile ilkesiz al-ver pazarlıkları içine girmeyecek, demokratik ve özgürlükler zemininde üzerimize düşeni yapacak ve Türkiye’yi Avrupa Birliği’nin ayrılmaz bir parçası haline getireceğiz.
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı
© Tüm hakları saklıdır.