Glasgow Konferansı
Türkiye, 31 Ekim-12 Kasım arasında Glasgow’da toplanacak İklim Zirvesi Konferansı'ndan önce Paris İklim Anlaşması'nı onaylayarak bu anlaşmaya taraf olan 191 ülke içinde yerini aldı. 2015’te BM İklim Değişikliği Taraflar Konferansı'nda kabul edilen ve 4 Kasım 2016 itibarıyla yürürlüğe giren anlaşmayı Türkiye 22 Nisan 2016 tarihinde imzalamış fakat hemen onaylamamıştı. Bu nedenle de OECD ve G20 üyesi olduğu halde, Eritre, İran, Irak, Libya ve Yemen’in yanında anlaşmayı onaylamayan tek ülke konumunda kalmıştı. Türkiye, onaylamasının hemen arkasından kurumsal düzeyde ilk yapısal düzenlemeyi de gerçekleştirerek Çevre Bakanlığı'nın adını “Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı” olarak değiştirdi. Ardından TBMM İklim Araştırma Komisyonu da uygulamaya yönelik ayrıntılı öneriler içeren kapsamlı bir rapor hazırladı.
Paris Anlaşması
Paris Anlaşması küresel ortalama sıcaklık artışı hedefini uzun vadede sanayi öncesi seviyelerden 2 derece artış seviyesi ile sınırlı kalmasını öngörüyor. Bu düzeyi 1,5 dereceye indirebilmek için de çaba sarf edilmesi gerekiyor. Paris Anlaşması kısaca, küresel ısınma artışının yavaşlatılarak, insanlığın ve yer kürenin yok olmasını önleme hedefine yönelik, yaşamsal nitelikte temel bir uluslararası taahhüt ve strateji belgesi. Aslında sorun gezegene tehdit aşamasından çok insanlık uygarlığına karşı; çünkü yerküre bir süre sonra kendini toparlar, ama uygarlık mahvolur.
Ülkemiz de, onay işlemiyle tarihi bir adım atarak, yerkürenin ve tüm insanlığın geleceğini gözettiğini ortaya koymuş olmakta. Böylece insanlığın bu ortak davasında uluslararası toplumla bütünleşmektedir.
Ayrıca, en önemli ticaret, yatırım, finans ve turizm ortağımız olan AB’nin
ekonomiye ve iklim değişimine karşı standartlar getiren Yeşil Anlaşması’na kaçınılmaz olarak uyum sağlamak için de Paris Anlaşması önemli bir ön aşama.
Devasa güçlükler
Paris İklim Anlaşmasıyla küresel ısınmanın artış seviyesinin sınırlanması konusunda bir mutabakata varılmışsa da, bu mutabakatın gerçek hayatta kuvveden fiile çıkarılması devasa güçlüklerle karşı karşıya bulunuyor. Çünkü anlaşma taraf ülkelerin fosil yakıtları emisyonlarını yüzyılın ikinci yarısına kadar azaltmaları; ülkelerin bu amaçla üstlenmiş oldukları katkıyı belirlemeleri; gelişme yolundaki taraf ülkelerin ise karbon emisyonları konusunda kendi planlarını sunmaları; ülkeler her ne kadar belirli bir emisyon hedefi koymaya zorlanmıyorsa da, her ülkenin önceden belirlenmiş tarihlerin ötesine geçmek için gayret göstermeleri gibi hedefler içermekte.
Anlaşma ayrıca akit tarafların iklim değişiminin olumsuz etkilerine uyum sağlama yeteneklerinin arttırılması ve düşük sera gazı salınımları ve iklime dirençli kalkınma sağlamaları yönünde kendilerine tutarlı bir finansman akışı temini de öngörmekte. Ancak sağlanan bu kolaylıklara rağmen söz konusu hedeflere ulaşılması, gerçek hayatta büyük zorluklar barındırıyor.
Öte yandan, Anlaşma çerçevesinde vurgulanan ideallerin küresel ısınmanın XX. yüzyıl sonunda başlayan son sanayi devrimi öncesi seviyeleri tutturmasından söz edildiği cihetle, bu gerçekleştiği takdirde o zaman dünya ekonomisinin ve küresel kalkınmanın bu durumdan olumsuz etkilenip etkilenmeyeceği de net değil. Bu tereddütlere rağmen, halen yaşadığımız küresel ısınma sürecinde status quo’nun devamına seyirci kalmanın mümkün olmadığı da açık.
Gelecek nesiller kavramı
Küresel ısınmanın önlenmesi sırf günümüzün sorunu değil. Bu sorun öteden beri gelecek kuşaklar kavramıyla iç içe geçmiş bir kavram. Yani çocuklarımızın ve onların geleceğini, başka deyişle insanlığın ve yerkürenin mevcut iklim dengelerini ve dolayısıyla ekonomisinin varlığını tehdit eden tehditleri barındırıyor. Ama bu tespit insanların zihninde layık olduğu çarpıcı etkiyi yaratmıyor.
Böyle bir etkiyi kitleler düzeyinde sadece sayılarla, rasyonel izahlar ve teknik ve bilimsel açıklamalarla oluşturmak mümkün değil. Oysa geçen her gün, hatta her saat dünyamızı kaçınılmaz bir sona yaklaştırmakta. İki kutuplu uluslararası düzen sona erdikten sonra dünyamızın fırtınalı bir okyanusta rotası belli olmayan köhne bir tekne gibi savrulmakta olduğunu görüyor ve bu savrulmaların yarattığı belirsizlik ve istikrarsızlıkları bizzat yaşıyoruz. Üstüne üstlük ufukta ısı artışlarının tetiklediği dev bir kasırganın kara bulutları giderek yoğunlaşmakta.
Uygulama bilinci ve siyasi dönüşüm gerekliliği
Küresel ısınma artışının dizginlenmesi zaruretinin bilincine varılması ve bu tehditle topyekun mücadele kararlılığı ancak dünya çapında, inançlar ve ideolojiler kıvamında, dramatik bir dayanışma gerçekleştirilebildiği takdirde mümkün olabilir. Başka deyişle sonuçları ancak uzun vadede alınması muhtemel iklim değişimi sorunuyla mücadele iradesi başlı başına bir zihinsel devrim ve siyasal dönüşümü gerektiriyor. Geçen yüzyıllarda doğan ve tüm dünyayı saran büyük ideolojilerin yarattığı devasa dayanışmalara benzer şekilde hareket geçen ancak bu kere insanlığı aynı zamanda felaketlere sürükleyebilen değil, felaketlerden insanlığı kurtaracak nitelikli bir siyasi dönüşüm.
Bu topyekûn iradeyi tetikleyecek zorlama ise, artık çok sık maruz kalmaya başladığımız büyük orman yangınları, sel felaketleri, kuraklıklar, erozyon ve çölleşmeler, dev hortumlar, inanılmaz boyutlarda yıkımlara sebep olan kasırgaların, ve en önemlisi iklim mültecileri gibi çözümsüz insani ve siyasi sorunların zihinlerimizde ve duygularımızda yarattığı şoklarla ve belki kıvılcımını yaktığı ancak dönüşümün cesaretine yabancı kalanlarca karikatürize edilmeye çalışılan İsveçli küçük Greta Thunberg gibi beklenmedik yeni ve sarsıcı aktörlerin sahneye çıkmasıyla doğabilir.
Kısa vade
Ne var ki toplumlar kısa vadenin baskısı altında yaşar. Hiçbir hükümet kendi halkını onun yaşamı ötesindeki zararlardan korunması veya çok uzun vadede elde edeceği muhtemel kazançlara kavuşması için bugünkü çıkarlarından fedakarlık etmeğe kolaylıkla razı edemez. Hele sırf gelecek nesillerin daha iyi bir hayat yaşamaları uğruna insanları bugünkü koşullarından daha azını kabule ikna etmek mümkün değil. Esasen geçmiş yüzyıllarda ortaya çıkarak günümüze kadar ulaşmış küresel büyük ideolojik hareketler de refah, güvenlik ve istikrar mücadelesini gelecek kuşaklar için değil kendileri için vermiştir. Bu nedenle de Paris Anlaşması çerçevesinde, olumlu sonuçlarından esas itibarıyla gelecek kuşakların yaralanacağı, fakat bugünkü neslin refah seviyelerini etkileyecek ısı artışlarının sınırlandırmasını öngören kısıtlayıcı kolaylıkla taahhütlere uyulabileceğini ummak her şeye rağmen gerçekçi görünmüyor. Mevcut dünya düzeninde baskıcı önlemler, dini inançlar veya seküler ideolojilerin dahi insanlığı İklim Anlaşması'nın öngördüğü kısıtlayıcı hedeflerle ulaştırabileceğini düşünmek zor. Geçen yüzyılın son çeyreğinden itibaren dünyada, İslam coğrafyası hariç dini inançların ve ideolojilerin kitleleri harekete geçirme gücü de eskisi kadar belirgin değil.
Belirsizlik ve fırsat
Tabi ki bu belirsizlik uluslararasında yeni bir barış, istikrar ve işbirliği dönemi yaratmıyor. Aksine dünya büyük bir karmaşa ve güvensizlik içinde. Bugün dünyadaki gerginlik ve istikrarsızlıklar artık birbirine rakip ideolojilerin savaşlarından değil, çeşitli coğrafyalarda, inanılmaz boyutlarda silahlanma yarışı, nüfuz mücadeleleri ve çoğu zaman devlet dışı aktörlerin de dahil olduğu kanlı çatışmalardan kaynaklanmakta.
BM İklim Anlaşması'nın yürürlüğe girmesinden sonra dünya çapında ilk uygulama etkinliği olan Glasgow Konferansı, uluslararası toplumun bu mesafeyi daha ileri aşamalara taşımaları için bir fırsat oluşturuyor.
Konferansa resmi, özel sektör ve STK’lardan oluşan kapsamlı bir heyetle iştirak edecek olan Türkiye, söz konusu çalışmalara gelecek nesiller vurgusunu merkezine alan güçlü bir vizyonla katılırsa bu fırsatın uluslararası alanda değerlendirilmesine katkıda bulunabilir.
İnandırıcılık
Ancak böyle bir yapıcı tutumun gerekli inandırıcılığı sağlayabilmesi, karar alıcılarımızın sırf yeni yapısal düzenlemeleri hayata geçirmekle yetinmemelerine bağlı görünüyor. Yetkili makamlarımız, her şeyden önce asıl yurt içinde Paris İklim Anlaşması'nın hükümlerine güven verici somut davranışlarla uymaya özen göstermeleri önem taşıyacaktır. Bu kapsamda, TBMM’ce hazırlanan ayrıntılı uygulama önerilerini hayata geçirmeleri dikkat çekebilir. İklim değişiminden en fazla zarar görecek coğrafi bölgeler arasında yer alan ülkemizde, sıcaklık artışını arttıran betonlaşmayı teşvik eden ve böylece yağışları azaltan, ormanları korumayan, su kaynaklarını yok eden, tarımsal üretime öncelik vermeyen politikalarımızın terkedilmesi, sera gazı salınım hacmimizin kabul edilebilir düzeylere indirilmesi ve alternatif enerji kaynaklarına yönelimin teşvik edilmesi ve belki en önemlisi, çevre dostu bir eğitim sistemi ve yeşil kalkınma idealini ön planda tutan bir siyasi iklim yaratılmaya çalışılması inandırıcılığımızı sağlayacak en önemli önlemler arasında yer alıyor.
Yeni devrimsel siyasi akım
Bu belirsizlikleri bir ölçüde telafi edecek, inandırıcılığı güçlendirecek ve insanlığı ortak bir ideal etrafında birleştirme umudu yaratacak yeni bir devrimsel siyasi akıma ihtiyaç bu nedenle var. Gelecek nesiller için bu dönüşümü sağlayabilmek esas gündemimiz olmalı.