22 Aralık 2010

Türkiye’nin Türk-Kürt Sorunu

Ağzımız alışmış, Kürt sorunu diyoruz. Bu terim “sorun çıkaran Kürtler” olarak da anlaşılıyor...

Ağzımız alışmış, Kürt sorunu diyoruz. Bu terim “sorun çıkaran Kürtler” olarak da anlaşılıyor kimilerince. Oysa Kürt sorunu değil Kürtlerin sorunları var, daha doğrusu Türkiye’nin Türk-Kürt ekseninde bir demokratik dönüşüm sorunu var.
Geçtiğimiz günlere, “iki dilli yaşam” ve DTK’nın (Demokratik Toplum Kongresi) Diyarbakır’da düzenlediği Demokratik Özerklik Çalıştayı damgasını vurdu. Ve küçük kıyamet koptu, kopuyor, kopacak. Genelkurmayımız yine dellendi, basın açıklaması adı altında “iki dilli yaşam” önerisine karşı mini e-muhtıra verdi, köpeksiz köyde değneksiz geziyoruz sanmayın haaa...demeye getirdi. İktidar partisi, resmen değil, iki üyesinin ağzından “iyi olmadı, şık olmadı” gibi ürkek değerlendirmelerle yetindi. Yani, bana yarayacak kadar sivilleşme, beni kurtaracak kadar demokrasi tavrının yeni bir örneğini sergiledi. Değiştiği ve değişeceği ilan edilen CHP’nin, herkesin kulak kesildiği kurultayında bırakın muhtıraya değinmeyi, Kürt sözcüğü bile telaffuz edilmedi. MHP’nin Devlet’i yağdı kükredi; hem de Kahramanmaraş katliamının yıldönümüne rastlayan şu günlerde, etnik veya dinsel-mezhepsel siyasete izin vermeyeceklerini, tarihin bunadığını sanarak bağırdı. Kahramanmaraş’ta 32 yıl önce Alevilere yönelen kırımda, iki yaşında bebeleri bacaklarını ayırarak, hamile kadınları darp ederek, Alevi dedelerini vurarak öldürenlerin milliyetçi, Ülkücü, MHP’li tosunlar olduğunu unuttuğumuzu sandı.
Bu son gelişmelerle Kürt siyasal hareketi, hem ulusalcı kesimlerin hem de İslami tabanlı ve cemaat/tarikat referanslı sünni Türk siyasetinin tüylerini diken diken eden ileri hamleler yapmış görünse de, gelinen nokta, özellikle Türk devleti ve Kürtler açısından hamle yapmanın son derece güçleştiği bir pat noktası. Öyle bir nokta ki taraflardan biri ötekini kollamadan ve uzlaşmadan, baskın basanındır mantığıyla bir yanlış adım atarsa Türküyle Kürdüyle, doğusuyla batısıyla bütün Türkiye bugüne kadar gerçekten de yaşamadığı bir girdaba ve intihara sürüklenecek. 
İşleri bu noktaya getiren; Kürt halkının, Kürt coğrafyasının fiilen ve ruhen Türkiye bütününden kopma sürecini doğuran ve körükleyen; bir yandan 1910’ların, 20’lerin emperyalist paylaşım siyasetleri ve Ortadoğu’yu kendi çıkarlarına göre dizayn etme (çizme, tasarlama) politikaları ise, öte yandan Türk ulus devletinin vahşi, baskıcı, otoriter ideolojisidir. Bugün varılan ve “bölünme” fobisini körükleyen gelişmeler, Kürtler tarafından değil, bu güçler tarafından hazırlanmıştır. Ülke nüfusunun en azından beşte birini oluşturan bir halk; dilinden, kimliğinden, özgürlüklerinden yoksun bırakılmış, kısaca eritilmeye, yok edilmeye çalışılmıştır. Türkiye’nin Kürt sorununun anası Türk ulus devleti ve bu devletin tarihten tevarüs ettiği katı merkeziyetçilik ve ceberrutluktur. Bu yüzden de sorunun çözümü öncelikle devlete ve iktidara düşmektedir.
Dünyanın hızla değiştiği, beğenelim beğenmeyelim, ekonomik, siyasi, stratejik, ideolojik boyutlarıyla yeni bir dünyanın adım adım kurulmakta olduğu 21. yüzyıl başında, çok ilerde büyük birliklere evrilmek üzere yerel ve bölgesel birimler öne çıkarken, gecikmiş mikro milliyetçiliklerin güç kazanmasında da şaşılacak bir şey yoktur. Bu gelişmeleri “emperyalizmin oyunu” olarak görmek, iç dinamiğini kavramamak son derece sığ ve köhnemiş bir anlayıştır ki; hem 1960’larda donup kalmış ulusalcı geleneksel solda hem de şoven milliyetçi sağda hâlâ bütün gücüyle yaşamaktadır.
Bir halkın çoktan sahip olması gereken hakları: anadilde eğitim, kimliğinin kendini nasıl tanımlıyorsa öyle tanınması, bu kimliğiyle eşit anayasal yurttaşlık hakları vb., bugün hâlâ tartışılabiliyor ve engellenmeye çalışılıyorsa, laf ebeliğinden ve “mış” gibi yapmaktan öteye gidilemiyorsa, haklarını dağa çıkıp silahla arama yoluna girmiş olanlar, şimdi de kendi dillerini, kimliklerini, ve özerkliklerini başkaldırıyla kazanma peşinde olacaklardır. 
Gelinen noktada: silahlı- silahsız Kürt siyasal hareketi, Türk devleti ve kendi siyasi-ideolojik merkezlerinden etkilenen Türkler bıçak sırtında oynanan bu tehlikeli oyunun aktörleridir. Herkese, hepimize sorumluluk düşmektedir. İşin şakası ya da savsaklaması kalmamıştır. 
Bu büyük ve tehlikeli oyunun aktörleri arasında, şu anda ne yaptığını en iyi bilir görünen (acelecilik, dünyanın ve Türkiye’nin durumunu tahlildeki yetersizlik, önderliğinin ruh halinden ve tecrit durumundan kaynaklanan değerlendirme hatalarının yarattığı belirsizlikler,gitgeller, kendi içlerindeki görüş ayrılıkları, kitlelerden kopuk maksimalist talepler gibi pek çok yanlışı içermekle birlikte) yine de Kürt siyasi hareketidir. Gerek anadilde eğitim, iki dilli yaşam gerekse demokratik özerklik projesi adıyla ifade ettikleri yerel ve bölgesel yönetimlerin merkezden bağımsızlığını güçlendirecek “ademi merkeziyetçi” talepler, -en azından bu aşamada- ayrılıkçı olmayan bir Türkiye projesi olarak sunulmuştur. Bunu dayatmacılık olarak görenler, “şunca zamandır hangi adımlar atıldı, ne yapıldı da dayatmacılık yapmayın” deme hakkımız doğdu sorusunu kendilerine sormak, cevabını da bize vermek zorundadırlar.
AKP Hükümeti, her konuda olduğu gibi Türkiye’nin Türk-Kürt sorununun çözümünde de, şu sıralarda sadece iktidara, seçimlere, oya kilitlenmiş bir halde, kendi içindeki milliyetçi damarın etkisiyle, kendi sınırlarına dayanmış görünüyor. Onlar kendi Kürtlerini yaratma ve güçlendirme peşindeler. Ana muhalefet partisinin konunun adını koymaktan bile korktuğunu, MHP’nin asalım keselim tavrını hesaba katarsak, çözümün giderek zorlaştığı ortaya çıkıyor. Çözüm zorlaşıyor, çünkü devlet, ordu, hükümet ve muhalefetin “istemezük” ya da “olmaz, yaptırtmam” dışında bir adım ileri attırtacak önerileri yok. Buna karşılık Kürt siyasal hareketi DTK aracılığıyla bir projeyi tartışmaya sunuyor. İzleyemediğim Diyarbakır toplantısının, baştan sona bir proje tartışması toplantısı olduğu anlaşılıyor. Takdimi nasıl olursa olsun, tartışmalı ve mutlaka düzeltilmeye muhtaç noktaları ne olursa olsun, taleplerin bir bölümü çok erken ve siyasi basiretten yoksun sunulmuş olsun ortada bir öneri var. Hep birlikte geliştirebileceğimiz, uzlaşma noktalarını bulabileceğimiz bir öneri. Bunun karşısında ise savaştan, kandan, gerginlikten başka bir şey yok önerilen.
Yapılacak tek şey, büyük ve tarihi bir cesaret göstererek devletin, hükümetin, muhalefetin, sivil toplumun, konunun yerli-yabancı uzmanlarının Kürt muhataplarıyla biraraya gelerek çözümü tartışmaları, konuşmaları, Türkiye’nin bütün halklarının kabul edebileceği makûl bir çözüme doğru birlikte adım adım ilerlemeleri. Ama önce herkesin çözüm için diyaloğun zorunlu olduğunu kabul etmesi, bunu yenilgi veya zafer olarak değil, ortak bir sorunun ortak çözümü için ortak çalışma olarak görmesi gerekiyor.
Öyle İmralı’da müzakere ( kim yapıyor, nedir, gerçekten yapılıyor mu sorularını da es geçmeden), avukat görüşmeleri falan değil, geniş, açık komisyonlarda, uzlaşmaya dönük bir çalışma yapmak... Böyle bir çalışmaya başlanabileceğinin söylenmesi, işaretin verilmesi bile ne kadar önemli; ortamı yumuşatmak, konuşabilmeyi sağlamak, karşılıklı güven aşınmasını onarmak için ne kadar hayati biliyor musunuz?
DTK’nın Diyarbakır’daki demokratik özerklik çalıştayını ve anadilde eğitim konusundaki talepleri, vatanı bölecek bir milli felaket olarak değil, Türkiyeliler olarak birliğimizi, dirliğimizi yeniden sağlayabilecek, yüreklerimizin kopmasını engelleyebilecek bir tartışma ve uzlaşma zemini olarak değerlendirmeyi başarabilirsek hep birlikte kurtulacağız. Yoksa herkes biliyor ki, kısa vadede olmasa bile orta vadede bu ülke gerçekten bölünecek. Bölünme tek başına bir felaket değildir kurşusuz, ama Türkiye’nin tarihsel toplumsal koşullarında bu bölünme büyük acılarla ve birbirimize zulmederek, birbirimizin kanını dökerek olacak. Bölünüp gidenlerin de telafisi güç zararları pahasına olacak. 
“Henüz vakit varken gülüm/ Paris yanıp yıkılmadan” der Nâzım bir şiirinde, “Henüz vakit varken Kürt ve Türk kardeşlerim, henüz ülkemiz ve yüreklerimiz yanıp yıkılmadan....” diyorum ben de. Omuz verelim, yurttaşlar olarak gücümüzü seferber edelim, siyasileri uyaralım: Türk - Kürt ortak geleceğimizi ezberlerimizi bozarak kurabilmek için harekete geçelim.

Yazarın Diğer Yazıları

Bir yazamama yazısı

Yazıyoruz, söylüyoruz, bağırıyoruz, feryat ediyoruz da ne oluyor, ne değişiyor! Anlamsızlık, yetersizlik, boşuna çaba duygusu

Çocukları kefene sokan ruh hastası ilkel zihniyet

ÇEDES'in amacı çocuklarda çevre duyarlılığını geliştirmek ise, ormanlarımızın, tarım topraklarının, doğal zenginliklerimizin nasıl yok edildiğini, açgözlü vahşi talan düzeninin doğal yaşamı nasıl katlettiğini öğretin

Devletin birliğini bütünlüğünü bozan hainler kimler?

Dikkatimi çeken, Demirtaş'a devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmaktan, Figen Yüksekdağ'a da devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmaya yardımdan ceza kesilmiş olması. Soruyorum: Devletin bütünlüğünü, milletin birliğini bozanlar Kobane davasında mahkûm edilenler mi, onları mahkûm ettirenler mi?

"
"