Taraf macerasının ikinci bölümü en azından benim için sona ererken, sık sık karşılaştığım “Neden ayrıldınız?” sorusuna cevap vermem bu defa daha güç. İlkinde; genel yayın yönetmeninin gazetenin sosyalist soldan gelen yazarları için kullandığı, buram buram eril iktidar dili kokan, nobran, üsttenci, kırıcı “pavyondaki namuslu kadın” benzetmesini kaldıramadığımdan ayrılmıştım. Nasıl bir pavyona geldiğimin bilincindeydim; Taraf ülkenin ve hepimizin geleceğini karartan darbeci-vesayetçi rejimin yıkılması misyonunu yüklenmişti o dönemde. Eksikleri, hataları, günahlarıyla da olsa bu misyonu yerine getirdiğine, basın tarihimize de böyle geçeceğine o gün de inanıyordum, bu gün de inanıyorum. Darbeci-vesayetçi- seçkinci zihniyete karşı kaynatılan çorbada tuzum bulunsun istemiştim. Kendi mahallemden çok eleştiri aldım ama tercihimden hiç pişmanlık duymadım. 21. yüzyıl başında dünyanın ve Türkiye’nin geldiği noktada, vicdani ve etik olarak (kendimce) doğru yerde durduğumu düşünüyordum: Darbeciliğe, bürokratik vesayete, İttihatçı zihniyete karşı; demokrasi, sivilleşme, özgürleşme umudunun yanında...
Öyle çıt kırıldım birisi değilimdir, olmam gerektiğini düşündüğüm yerde zamanı gelene kadar direnmeyi, zamanı gelince de zırlanmadan ayrılmayı bilirim. Buna rağmen, pavyondaki namuslu kadın benzetmesine gülüp geçemedim, çünkü başka bir mahalleden (sosyalist- komünist soldan) gelenlere karşı ayrımcılığı içeren bir özü vardı. “Pavyondaki Namuslu Kadının Vedaı” yazısıyla bu macerayı noktaladım.
Şimdi Taraf’ta neler oluyor?
Hemen söyleyeyim: bilmiyorum. Gazetenin patronundan başka bilen olduğunu da düşünmüyorum. Genel yayın yönetmenliğine Oral Çalışlar getirilince gazetede yeniden yazmaya başlamamın nedeni, yine çorbada tuzum bulunması “maydonozluğu”ydu; çünkü barış süreci başlamıştı ve son on iki yıldır, barışçı çözüm diye diye dilinde tüy bitmiş (bir kadın yazarımızın deyişiyle “kafa ütülemiş”) biri olarak yine elimde bir avuç tuzla koşturmuştum. İkinci Taraf maceramda, ilk yazının yayımlandığı günün hemen ertesinde, şu ironiye bakın, bugün gazeteden birlikte ayrıldığımız iki yazardan eleştirel tepki geldi; o yazıda barış sürecinin başlamasından duyduğum coşku ve mutluluğu dile getirirken, endişelerim de olduğunu, kalıcı barışın ancak Kürt halkının gaspedilmiş haklarının iadesi ve demokratik açılımlarla sağlanabileceğini dilim döndüğünce anlatmaya çalışmıştım. Tepkilerin nedenini önce kavrayamadım. Öyle ya, hepimiz barış sürecini desteklediğimize, süreci başlatan Tayyip Erdoğan’ın tarihsel cesaretini ve attığı adımın önemini takdir ettiğimize, destek verdiğimize göre, bu tepkilerin anlamı ne ola ki! Sonra yavaş yavaş kavradım: Kimi yazarlar (Genel Yayın Yönetmeni arkadaşım Oral Çalışlar da dahil) ne kadar haklı, köklü, temelli de olsa bu aşamada en küçük soruyu, kaygıyı, acabayı, özetle AKP’ye yönelik her türlü eleştiriyi sürece zararlı sayıyorlardı. Barış sürecinin demokratikleşme ile tamamlanması zorunluluğunun hatırlatılmasının bile süreci zedeleyeceğini düşünüyor, bu yöndeki yazılardan memnuniyetsizlik duyuyorlardı. Şimdi anlayabildiğim kadarıyla; Taraf’ın patronu, genel yayın yönetmeni, genel koordinatör ve yazıişleri müdürü üzerinden, onları görevden alarak veya istifalarını sağlayarak bu kesime karşı bir operasyon gerçekleştirdi. Ya da bilmediğim, fazla da ilgilenmediğim bir nedenle (bu neden, siyasiden çok mâli kaynak sağlama çırpınışı bile olabilir) böyle bir tasfiyeye mecbur bırakıldı.
Peki bana ne oluyor?
Bana olan açık ve basit: Barış nereden gelirse gelsin, mimarları kimler olursa olsun makbulümdür diye düşünen ama’sız, fakat’sız bir barışçı olarak (ki bugünün işi değil on iki yıl önce kurduğumuz Barış Girişimi’nin ilkesi, motto’sudur ama’sız barışçılık) yürümekte olan süreci bütünüyle destekliyorum, üzerine titriyorum, bir şey olacak da kesintiye uğrayacak diye ödüm kopuyor. Ama bu destek, demokrasi süreciyle barış sürecinin ard arda değil iç içe yürümesi gerektiği düşünceme aykırı değil. Bu noktada, sürece köstek olmadan, atılan adımları küçümsemeden, Kürt halkının hak ve özgürlük mücadelesinin hepimizin özgürlük ve demokrasi mücadelesi olduğunu unutmamayı ve unutturmamayı da, kendi payıma, gerekli buluyorum. AKP iktidarını demokratik açılımlara özendirme ve gereğinde zorlamanın kalıcı barışın önünde engel değil, aksine destek olduğunu düşünüyorum. “Barışı AKP sağlayacaksa olmaz olsun” diyen kısır ve kötücül zihniyet benden ne kadar uzaksa, barış olsun da isterse Erdoğan başımıza firavun kesilsin düşüncesi de bir o kadar uzak. Bu düşüncelerimle, Taraf’tan birlikte ayrıldığımız kimi yazar ve yönetici arkadaşlardan farklıyım. Sadece ben değil, gazeteden ayrılan yazar arkadaşların her biri de nüans düzeyinde veya daha derin görüş farklılıklarına sahipler bildiğim kadarıyla. Peki neden bunca çalışan, bunca yazar gazeteden ayrıldı? Ben neden bırakıyorum Taraf’ta yazmayı?
Diğerleri adına değil sadece kendi adıma konuşacak olursam, öncelikle bu işin tadı kaçtığı için... Patronun / patronların gazeteye yetkili kıldığı kişileri çiğneyerek yaptığı müdahaleleri, görevden almaları, işten çıkarmaları etik bulmadığım için. Bunun gibi, gazete yöneticilerinin de yazarların fikirlerine, yazılarına kendi siyasal yönelimleri ve tercihleri doğrultusunda müdahalelerini de etik bulmadığım ve gelecekte kendime de uygulanmasını istemediğim için.
Bırakıyorum çünkü: bir evin içinde kavga gürültü varsa, orada huzur ve bağımsızlık olamayacağını, kavgaya istemeden bulaşacağınızı ya da bir köşeye sinip yazar kimliğinizden fedakârlık etmek zorunda kalacağınızı, otosansür uygulayacağınızı bildiğim için.
Çünkü: müflis bir yayın organına sermaye koyacakların meşrebinin gazeteye yansıyacağını bildiğim, bu meşrebin ne olacağını ise hiç bilmediğim için.
Çünkü: misyon yayınlarının misyonları sona erdiğinde, kapanın elinde kalacağı ya da sönüp gideceği tecrübelerle sabit olduğu için.
“Ha bu da sana son bir ders olsun!” diyorum kendi kendime. Ve her ikisi de arkadaşım olan Oral’a geçmiş olsun, Neşe Düzel’e de hayırlı olsun diyorum.
Kalıcı barışın sağlanması ortak kaygımız, bunu biliyorum. Özde, yani barışın gerçekleşmesinde anlaşanların siyasal tarafgirliklerin ve siyasal karşıtlıkların etkili olduğu duygusallıklar ve ayrıntılar yüzünden bölünüp dağılmalarını bir kadermişçesine yaşamanın burukluğu var içimde. Barışçılar barış için bile uzlaşamıyorlarsa, aralarındaki özde değil yöntemde veya bakış açısındaki farklılıkları aşmayı başaramıyorlarsa, barışın kendisinden çok mimarlarının kimler olduğuyla ilgilenip ona göre tutum alıyorlarsa nasıl yürüyeceğiz ufukta görülen aydınlığa doğru? Kürt siyasal hareketinin ve Kürt halkının barış için gösterdiği yapıcı birlik ve olgunluk tek başına yetecek mi “bizim taraf”ın tepişmesinin yarattığı zaafiyeti gidermeye? Şimdi tasam bu benim.