09 Kasım 2022

Tam eşcinsel evliliğe hazırlanıyordum, engellemeye kalkışıyorlar!

Erdoğan'ın ve ondan geri kalmayan Soylu'nun son düşmanı ve hedefi farklı cinsel yönelimlere sahip LGBT bireyler. Onlar sadece nefret objesi haline getirilmekle yetinilmiyor hedef de gösteriliyorlar. Neden? Bağlı oldukları dinî kurallar böyle gerektiriyor, diyeceksiniz ama o kurallar ve kutsal emirler arasında çalmayı, rüşveti, hak yemeyi, başkalarına nefreti, vb. yasaklayan çok daha önemlileri var ki, bunları hiç takmıyorlar

Evlendirme Memurlukları'nda çalışanların başlarını kaşıyacak vakitleri yok. Yurdun dört bir yanından gelen eşcinsel evlilik başvuruları için nikâh günü vermekte zorlanıyorlar. Talep öyle bir artmış ki fazla mesai yapmaya başlamışlar. Ben de havaya kapıldım, ömrümün sonunda bir de eşcinsel evlilik yapayım, biyografimde bulunsun dedim. Ama o da ne! Tayyip Bey aileyi korumak adına eşcinsel evlilikleri anayasa ile yasaklamaya hazırlanıyor. Kör talih işte, yasaklama çabaları tam da bana rastgeldi.

Giderek siyasî vaka olmaktan tıbbî, sonra da mizahî vakaya dönüşmekte olan iktidarın son söylemleri, son adımları, Tayyip Erdoğan'ın Türkiye Cumhuriyeti'ni Abukistan Cumhuriyeti'ne dönüştürmesinde yeni bir evreye işaret ediyor.

Kendimi bazen absürd bir komedi filmini izler gibi hissediyorum. Bu saçma, abuk komedi sürerken, aslında 85 milyonun, hepimizin yaşamını ilgilendirdiğini hatırlayınca derin bir trajedinin aktörleri, figüranları olduğumuzu kavrayıp dehşete kapılıyorum. Bu akıl dışı, izan dışı saçmalık hepimizin yaşamını etkiliyor, bırakın zaten yitirdiğimiz bugünü bir yana, çocuklarımızın, torunlarımızın geleceğine de ipotek koyuyor. Bunca derdin, bunca sorunun yaşandığı bir dünyada ve ülkede nelerle, hangi konularla uğraştırıldığımıza, neleri tartıştığımıza bakın!

Gerçek sorunlara çözüm getiremeyenlerin, halkın/seçmenin dikkatini yapay gündemlere kaydırmaya çalışmaları doğal. Gerçek ötesi dünyalar yaratarak, siyahı beyaz göstermeleri, "iki kere iki beş. olmadı yedi eder" abukluğuna sapmaları da doğal. Günümüzün sağ popülist otokratik iktidarlarının ortak söylemi bu.

Mesele; kendilerini muhalefette konumlandıranların Erdoğan ve şürekâsının yapay gündemine kapılıp gitmeleri. Mesele; kitleleri bu yapay gündeme karşı etkili ve eylemli biçimde uyarmak yerine, muktedirlerin silahı olan ve onlar tarafından vazedilmiş sözde ahlâk normlarını cesaretle sorgulamak ve sorgulatmak yerine, aynı silahı kullanmaya kalkışmaları.

Son günlerde gündemi işgal eden abukluklardan birkaç örnek:

Aileyi korumak mı demiştiniz!

Bir anayasa tartışmasıdır gidiyor. Var olan anayasanın en temel ilkeleri olan laikliği, demokratlığı, sosyal hukuk devletini fiilen mülga etmiş (kaldırmış) olan iktidar birden anayasa değişikliği hevesine düştü. (Bu arada, hatırlatalım: Anayasayı ihlâl suçu en ağır suçtur ve iktidar tarafından her an işlenmektedir.) Tayyip Bey ve şürekâsı mevcut Anayasa'nın aile ile ilgili 41.maddesine ailenin kadın ve erkekten teşekkül ettiğini eklemeye çalışıyorlar: eşcinsel evlilikleri engellemek içinmiş. Aklımız fikrimiz Allaha mı şeytana mı emanet bilemem! Eşcinsel evlilik almış yürümüş de dini bütünler önlem alıyorlar! Güler misin, ağlar mısın!

Böyle bir ekleme yapılırsa aile korunacakmış!

Baylar ve bayanlar, aileyi açlıktan, yoksulluktan koruyun, aile içi şiddetten, kadının ezilmesinden sömürülmesinden, ensestten, çocuk istismarından koruyun. Erkeğin karısını satmasından, fuhşa zorlamasından koruyun. Sizin kutsal ailenizde ne yazık ki bunların hepsi yaygın olarak var.

Sayenizde değerlerini ve vicdanını yitirmekte olan bir toplumda ne aile ne de başka bir kurum anayasa hükümleriyle korunamaz. Bunu siz de biliyorsunuz, bidiğini açıklamaya cesaret edemeyen muhalefet de. (Özellikle 6'lı Masa muhalefetini kastediyorum.)

Gelelim LGBT + meselesine

Farklı cinsel yönelimleri ya da tercihleri olanların şeytanlaştırılması, ayrımcılığa uğratılması Türkiye'ye özgü değil. Kadim zamanlardan beri dinî temellere de oturtularak sürdürülen, çağdaş toplumlardan bakıldığında insan haklarına ve onuruna aykırı ilkel bir ayrımcılığın tezahürü. Bir toplumda dinî bağnazlık, ya da dinin siyasete alet edilmesi eğilimi ne kadar güçlüyse eşcinsellere karşı nefret siyaseti ve ayrımcılık o kadar artıyor. Totaliter iktidarların tümünde, şeriatla yönetilen toplumlarda en ağır cezalara tâbi kılınıyor. Buna karşılık eşcinselliği insan hakkı olarak gören gelişmiş ülkelerde eşcinsel evlilikler ve birliktelikler giderek yasallaşıyor.

Ancak herkes bilir ki, kadim zamanlardan bu yana eşcinsellik her zaman her toplumda, özellikle de eşcinsellere karşı en ağır yaptırım ve ceza uygulayan topluluklarda var olmuştur. Vatikan başta, Hıristiyan âleminin kapalı dinsel topluluklarından tutun da Osmanlı Sarayı'nın içoğlanlarına, travesti diyorsanız zennelere, vb., köylerdeki sevici ablalara kadar, özellikle cinselliğin tabu olduğu, gizli kapaklı sürdürüldüğü her yerde, her dönem vardır. Çünkü insanın hallerinden biridir.

Kimin kiminle nasıl ilişki kurduğu, nasıl seviştiği, cinsel yöneliminin ne olduğu devleti, iktidarı neden ilgilendirsin! Böyle yasaklar getirenlerin, bu yasakları destekleyenlerin cinsel yönelimlerini bilemeyiz, üstelik de bize ne.

Gelin görün ki iktidarın, özellikle de Erdoğan'ın ve ondan geri kalmayan Soylu'nun son düşmanı ve hedefi farklı cinsel yönelimlere sahip LGBT bireyler. Onlar sadece nefret objesi haline getirilmekle yetinilmiyor hedef de gösteriliyorlar.

Neden?

Bağlı oldukları dinî kurallar böyle gerektiriyor, diyeceksiniz ama o kurallar ve kutsal emirler arasında çalmayı, rüşveti, hak yemeyi, başkalarına nefreti, vb. yasaklayan çok daha önemlileri var ki, bunları hiç takmıyorlar. Oysa eşcinselleri düşman ilan etmek hem kolay hem de seçimler öncesinde kuyruğu sıkışmış Cumhur'culara en ilkel, en bağnaz cemaatlerin desteğini sağlama potansiyeline sahip. Sözde dindar, sözde Müslüman karanlık odakların etkisi altındakileri ve durumdan memnuniyetsiz halk kitlelerinin gözünü yeni bir düşmana çevirmek gerekiyor. Eski düşmanlar seçmen nezdinde yalama olduğundan. artık fazla prim yapmadığından Erdoğan'ın ve müttefiklerinin toplumu kutuplaştırmak için yeni düşmanlara ihtiyaçları var.

Beni hâlâ şaşırtan, aileyi koruma maskesi altında düzenledikleri buram buram iktidar mizanseni kokan nefret gösterilerinde rektörlerin, parti ileri gelenlerinin ön safta yer alıp pankart taşımaktan utanmamaları.

 Fotoğraf: Dilara Açıkgöz / csgorselarsiv.org 

Ve başörtüsü konusu

Erdoğan-Bahçeli-Soylu Abukistan Yönetimi'nin, Kılıçdaroğlu'nun attığı topu havada yakalayıp gündeme soktukları bir başka konu da başörtüsünün yasallaştırılması (!) yetmedi anayasa maddesine eklenmesi.

Zaten yasak olmayan bir şeyin yasallaşmasının ne anlama geldiğini, hele de Anayasa'nın 24. maddesi bu özgürlüğü de kapsıyorken anayasa hükmü haline getirmek için haftalardır konuşulup tartışılmasının anlamını biri bana anlatsın lütfen.

Öfke insanı kaba konuşturuyor: Vazgeçin bundan artık Beyler! Bırakın isteyen başını örtsün isteyen kı…. pardon bacağını açsın. Bırakın insanlar, hele de kadınlar istedikleri, inandıkları, alıştıkları gibi giyinsinler. Bu özgürlük Anayasa'da zaten var. Sınırlarını da toplumun normları tayin eder. Sizin göreviniz örtünenin de soyunanın da özgürlüğünü korumaktır.

Anayasalar komedi filmi senaryosu değildir

Anayasa değişikliği veya yeni anayasa peşinde olan iktidar, anayasanın toplumdaki farklı kesimlerin hak ve özgürlüklerini güvence altına alan toplumsal sözleşme metinleri olduğundan bîhaber görünüyor. Eşcinsel yönelimlerin yasaklanması ya da giyim kuşama sınır getirilmesi laiklik ve özgürlük temeli üzerinde yükselen çağdaş anayasaların işi değildir.

Muhalefete, özellikle de 6'lı Masa'ya baktığımızda da bu komediye son verecek net bir tutum, cesur bir duruş göremiyoruz.

Nasıl bir duruş mu?

  • Kişinin cinsel yönelimi tartışmaya açılamaz, devlet bu hakka sahip değildir. LGBT bireylerin eşit yurttaşlar olarak hak ve onurları teminatımız altındadır.
  • Örtünme veya açılma kişinin özgürlük alanıdır. Devletin görevi örtüneni de açılanı da, şöyle giyineni de böyle soyunanı da korumaktır.
  • Aile ancak özgürlük ve kadın erkek eşitliğinin eksiksiz sağlanması temelinde korunabilir.

…… diyebilen; bunları söylerken "muhafazakâr oyları kaybederim, AKP'den oy alamam, dinî-ahlakî değerlerden sapmış görünürüm" kaygılarına kapılmadan toplumu da dönüştürmeyi ve özgürleştirmeyi amaçlayan bir duruş. Erdoğan'ın dümen suyuna girmek yerine karşı dalgayı yaratmayı göze alan bir duruş.

Yoksa, "gitti Gülsüm, geldi gülsüm, Azrail ettiğini bulsun".

Oya Baydar kimdir?

Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi.

Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı.

1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı.

Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı.

Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi.

1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye’de ilk üniversite işgali eylemi oldu.

1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı.

Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı.

12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı.

Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı.

Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu.

Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı.

Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı.

İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü.

Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu.

2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi.

Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24’te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor.

ESERLERİ

Roman

Allah Çocukları Unuttu (1960)
- Savaş Çağı Umut Çağı (1963)
- Kedi Mektupları (1997)
- Hiçbiryer'e Dönüş (1999)
- Sıcak Külleri Kaldı (2000)
- Erguvan Kapısı (2004)
- Kayıp Söz (2007)
- Çöplüğün Generali (2009)
- O Muhteşem Hayatınız (2012)
- Yolun Sonundaki Ev (2018)
- Köpekli Çocuklar Gecesi (2019)
- Yazarlarevi Cinayeti (2022)

Deneme

- Surönü Diyalogları (2016)

Öykü

- Elveda Alyoşa (1991)
- Madrid'te Ölmek
- Mırınalı Madride (2007)

Anlatı

- Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014)
- Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk
- Oya Baydar ile Nehir Söyleşi (Ebru Çapa ile, 2018)
- 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri (2021)

Yazarın Diğer Yazıları

 "Alavere dalavere, Kürt Memet nöbete" mi, hukuka dönüş umudu mu?

Yazının başlığı; çocukluğumdan beri duyup bildiğim, gündelik yaşamda ve siyasette her an tanık olduğumuz haksızlığı, hukuksuzluğu, eşitsizliği ifade eden, yaşam pratiğinden süzülmüş bir deyim...

1 Mayıs'ta Taksim'e çıkamamanın sorumlusu kim?

45 bin polisin işe koşulduğu bir ortamda, eski gücünde olmayan sendikal hareketin, uzun yıllardır pasifize edilmiş, aş-iş-ekmek derdindeki emekçi sınıfları Taksim'e çıkarmaya niyeti vardı, ama gücü yoktu

Istakoz, Maldivler, pahalı saat muhalefeti AKP'nin AK'lanmasına yeter mi?

AKP kendi içinde bir muhasebeye yönelmek istiyorsa 2002 AKP'sinden 2024 AKP'sine adım adım nasıl gelindiğini; ıstakozu, Maldivler'i bir yana bırakıp Reis'in metaformozu ve Beştepe zihniyeti üzerinden düşünmek zorunda