26 Haziran 2013

Suç duyurum bâkidir: Ayaklar ne zaman baş oldu?

Ben bu sözü 1950’lerin ortalarında, Demokrat Parti iktidarı döneminde annemden, çevremizdeki subay ailelerinden, aslında orta-alt gelir grubundan olup kendilerini ruhen...

Ben bu sözü 1950’lerin ortalarında, Demokrat Parti iktidarı döneminde annemden, çevremizdeki subay ailelerinden, aslında orta-alt gelir grubundan olup kendilerini ruhen Cumhuriyet seçkinlerinden sayan, halkı küçümseyen o kibirli, üsttenci insanların ağzından sık sık duyardım. O zamanlar 1. Levent’te otururduk. Yıllarca sokağımızdan “soğan var, patates var” diye bağırarak at arabasıyla geçen seyyar sebzeci, küçücük bir manav dükkânı açmıştı. Annem bir gün öfkeyle, neredeyse ağlayacak halde döndü alışverişten. “Ayaklar baş oldu, ayaklar baş oldu” diye söyleniyordu durmadan. Hiç unutmuyorum, mevsim bahardı: erik, çilek, kiraz turfanda; fiyatlar yüksek...

Dar gelirliydik, her istediğimizi her fiyata alacak halimiz yoktu. Annem pazarlık etmek istemiş, manav “Bekle biraz, fiyatlar düşünce alırsın, şimdi sana elma vereyim” demiş. Annem, daha düne kadar seyyar satıcılık yapan adamın manav açmasını bile hazmedemiyordu. Kaldı ki bir manav parçası nasıl olur da müteveffa emekli albay Cevat Bey’in karısına böyle bir söz söylemeye cesaret edebilirdi! Hep şu Demokrat Parti yüzünden, bunları Demokratlar şımartmış, küstahlaştırmıştı. Zaten yakında bu cahil köylüler gelip hepimizi keseceklerdi, bu halk adam olmazdı... Benim oyumla çobanın oyu bir olabilir mi, zihniyetinin 1950’ler versiyonuydu olup bitenler.

1950’lerde Türkiye’nin çok partili rejime geçtiği; pazara açılma ve kapitalistleşmenin toplumsal yapıda sarsıntı ve dönüşüme yol açtığı, DP’nin, “Yeter, söz milletindir!” sloganıyla iktidara geldiği yıllarda iktidarlarını, ayrıcalıklarını, statükolarını ve ekonomik durumlarını tehlikede gören eski rejimin dayanağı olan sınıf ve zümreler, “karşı devrim” olarak niteledikleri dönüşüme tepkilerini “Ayaklar baş oldu” diyerek dile getirirlerdi. Çünkü, kendilerini memleketin gerçek sahipleri, yönetmeye, baş olmaya yazgılı ve liyakatlı olarak görenlerin gözünde halk ayaktı, ayak takımıydı. Bir türlü kavrayıp açıklayamadıkları bir alt üstlük yaşanıyordu, ayaklar baş oluyordu.

 

Ayaklar baş olunca tarih tekerrür mü eder?

 

Şimdi, neredeyse 60 yıl sonra, ayaklar diye küçümsenenlerin, yani halkın, özellikle de Cumhuriyet rejiminin mağdur ettiği kitlelerin içinden çıkan bir başbakan, kendisine karşı gördüğü insanları kastederek “Ayaklar ne zaman baş oldu?” diye soruyor. Bu utanç verici, siyasal etikten yoksun ve bölücü “ayaklar” sözcüğünü Cumhuriyet elitlerinin zihniyet dünyasındaki aşağılayıcı anlamıyla değil; tarih, toplum, siyaset sahnesine çıkmalarına 80 yıl izin verilmemiş halk kitleleri olarak anlarsak, Başbakan’ın sorusunun cevabı, “Siz iktidara geldiğinizden beri...” den başkası olamaz. Evet, Türkiye’de bugün mağdur edilmiş ya da kendini mağdur hisseden geniş halk kesimleri nihayet tarih ve siyaset sahnesindeler. Ne iyi ki böyle! Ne iyi ki Türkiye toplumu böyle bir değişim geçiriyor, kabuğunu kırıyor, kitleler tarih sahnesinde rollerini ve yerlerini talep ediyorlar. Ama kafama takılan bir şey var: mağdurlar iktidar olunca tarih tekerrür mü ediyor? Şimdi baş olanlar, kendi karşılarında gördüklerini, ötekileri ayak mı sayıyor? Başkalarını bilmem ama Başbakan’ın öyle gördüğü apaçık.

Son üç haftadır susmak bilmeyen, ağzından da baldan başka her şey akan Tayyip Erdoğan; çöken, gerileyen, iktidarı yitiren eski muktedirlerin zihniyetini, dilini ve yöntemlerini aynen benimsemiş görünüyor. Meydan meydan dolanırken yaptığı konuşmalarda, “yok öyle 25’e simit” gibi, cümlelerinin sonundaki “yaav, yaav” lar gibi, siz sözcüğünü hiç öğrenmemiş “sen”li sataşmalar gibi kabadayı argosu bir yana (haklarını teslim edelim eski muktedirler bu dili pek kullanmazlardı) diliyle, söylemiyle, yöntemiyle, tehditleriyle ve de olayları değerlendirmesiyle darbeci-vesayetçi kesimleri hiç özlettirmiyor bizlere. Gezi olaylarını yorumlaması, can havliyle sarıldığı komplo teorileri, komplonun başında Sorosçuların, yerli-yabancı lobilerin, ülkemize kastetmiş Batılı ülkelerin, karanlık mihrakların bulunduğu, Gezi direnişlerini bunların tertip ve tahrik ettiği, eylemcilerin piyon olduğu teorileri o kadar tanıdık ki... Tarihin istihzası işte! Tayyip Bey ve partisi iktidara yürürken telaş içindeki asker-sivil muktedirler  neredeyse aynı cümlelerle, aynı değerlendirmelerle, aynı komplo teorileriyle AKP’ye, sadece AKP’ye değil kendileri gibi düşünmeyen  bütün kesimlere yüklenirlerdi.

Tarihin olmasa da üslubun ve karşısındakini ezme yönteminin aynen tekrarlanmakta olduğunun çok daha vahim göstergeleri var: Birincisi kitleleri yalanlarla, tertiplerle manipüle etmek. 28 Şubat öncesinde medyada, hacılar hocalar tarafından nasıl tasalluta uğradıklarını gözlerinde yaşlarla anlatan, sonunda da Aczimendi Şeyhi ile basılma sahnelerini canlı yayında izlediğimiz ne tesettürlüler, ne Fadimeler, ne Emineler gördük biz. Amaç dindarları, Müslümanları karalamaktı; kaçımız fark ettik? (Gururla söyleyebilirim, ilk andan bunlar düzmece, provokasyon kokuyor, amaç başka demiştim.) 28 Şubat öncesinden örnekler çok, o günlerde iğrenç bir psikolojik harekât yürütülmekteydi. Daha sonra, 2000’lerin başında Tayyip Erdoğan’ın ve AKP ileri gelenlerinin etrafında da aynı çirkin yalan ağı örüldü. Yazarı şimdi Silivri’de yargılanmakta olan Musa’nın Yıldızı, Musa’nın Gülü, vb. metinleriyle Cumhurbaşkanı Gül’e, eşine, Erdoğan’a, ailesine karşı kişilik yıpratması temelli iğrenç yayınlar yapıldı. Yalana sarılmak, kitleleri provokatif yalanlarla galayana getirmek, sığ ve kitleler karşısında aciz muktedirlerin kadim silahıdır. Şimdi bizzat Erdoğan’ın aynı silahı, çok daha saldırgan ve pervasızca kullandığına tanık oluyoruz.

 

Suç duyurum bâkidir

 

Bugün iktidarlarını büyük ölçüde yitirmiş görünen dünün darbeci vesayetçi muktedirlerinin en tehlikeli yöntemi cepheleştirme taktiğiydi. Birleştirici, uzlaşmacı, gerilimleri yumuşatıcı olmak yerine toplumu sürekli olarak cepheleştirmeye çalışırlardı. Bunu bazen tehditle, çoğunlukla da kitle psikolojisini manipüle ederek, medyayı da kullanarak yaparlardı. Özellikle Müslüman-laik karşıtlığı kaşınır, pekiştirilirdi. Cephe tahkimi askerlik stratejisidir. Yumuşama ve uzlaşma ile savaş kazanılmaz düşüncesinin ürünüdür. 2001-2008 arasındaki AKP’yi hedef alan bir dizi toplumsal gelişme, olay, eylem cepheleştirme stratejisinin parçalarıydı. Bayrak mitingleri en masumu olmak üzere...

Şimdi aynı militarist taktiği Erdoğan “milli irade” adını verdiği kendi kitlesini, toplumun diğer kesimlerine karşı düşmanlıkla bileyerek kullanıyor. Meydanlardaki yüzbinlere, ekran başındaki milyonlara karşı, ben kendi iktidarım için bu ülkeye, bu halka nasıl bir kötülük yapıyorum diye hiç sormadan, sorgulamadan, “BUNLAR, BUNLAR” diyerek ve “bunlar”ı şeytanlaştırarak kendisine biat etmeyen öteki yüzde 50’yi itibarsızlaştırıyor, kendi kitlesinin gözünde küçük düşürüyor, hedef haline getiriyor. Mitinglerde “Millet burada, bunlar Gezi’de” derken ve “bunlar”ı yuhalatırken, yarının tarlasına nasıl canavar tohumları ektiğinin farkında mı bilmem.

Onlar milyonlarca tweet atsınlar, bizim bir besmelemiz yeter” derken tweet atanlar ve besmele çekenler ayrımının; “Bunlar ayyaşlar, Boğaza karşı viski içenler, vb.” derken yaşam tarzı ayrımının; “millî irade bu meydanlarda, onlar parklarda bahçelerde” derken, “duran adamlara karşı duran adamlar” yaratırken, Reyhanlı’da 57 Sünnî vatandaşımız öldü deme gafletinde bulunurken,  körüklediği ayrımların ne derin ve onarılmaz sonuçlara gebe olduğunun farkında mı, onu da bilemem. Bildiğim tek şey, halkı kin ve adavete teşvikin, cepheleştirmenin yani bölücülüğün sadece ahlakî değil yasal-hukuksal suç olduğudur. Başbakanların bu suçtan muaf olduklarına dair bir madde olduğunu hiç sanmıyorum. Kendi çevresinden, Müslüman muhafazakâr kesimden aklıselim sahibi insanların da hiç hoş görmediklerini, aşırı rahatsız olduklarını bildiğim bu bölücü ve cepheleştirici söylem konusunda suç duyurumu yineliyorum.

“Bunlar, bunlar” söylemiyle 76 milyonun başbakanı olunmaz. Sadece size oy vermiş yüzde 50’yi milli irade olarak nitelerseniz, ben de “O zaman ben hangi iradeyim, millet olmak için partinize, mitinginize gelmem ve sizi alkışlamam mı gerekiyor diye sorarım. Yüzde 50 çoğunluğum var diyerek millî irade kavramını istismar ederseniz, geriye kalan ve aslında birbirinden aynı tencerede kaynayamayacak kadar farklı olan yüzde 50’nin karşınıza tek cephe olarak dikilmesine de şaşmamanız ve bunu iç ve dış çevrelerin komploları gibi budalaca nedenlere bağlamamanız gerekir. O cepheyi her konuşmanızla, her adımınızla siz tahkim ediyorsunuz Sayın Tayyip Erdoğan. Ve sizin adınıza korkarım ki, mitinglerinize -ve ne tuhaf şey- grup konuşmalarınıza doldurulan kalabalıklara rağmen her cepheleştirme saldırınızda cepheniz ağır ağır daralıyor. Tıpkı eski rejimin darbeci-vesayetçilerinin ülkeyi bölmek, cepheleştirmek için attıkları her adımda güçten düşüp sonunda yenilmeleri gibi...    

 

Yazarın Diğer Yazıları

Romanını yazamadığım kahramanım Nazar

İnsan benim yaşıma gelip de birlikte yol yürüdüğü,  onlarla zenginleştiği dostlarını, arkadaşlarını yitirdiğinde sadece onların matemini tutmuyor, sadece onlara ağlamıyor. Her giden bizden bir parça koparıp gidiyor. Eksiliyoruz

Bir yazamama yazısı

Yazıyoruz, söylüyoruz, bağırıyoruz, feryat ediyoruz da ne oluyor, ne değişiyor! Anlamsızlık, yetersizlik, boşuna çaba duygusu

Çocukları kefene sokan ruh hastası ilkel zihniyet

ÇEDES'in amacı çocuklarda çevre duyarlılığını geliştirmek ise, ormanlarımızın, tarım topraklarının, doğal zenginliklerimizin nasıl yok edildiğini, açgözlü vahşi talan düzeninin doğal yaşamı nasıl katlettiğini öğretin

"
"