Her yanlış hesap, atılan her yanlış adım er veya geç ayağa dolanır. Derinleşen ekonomik, siyasal, toplumsal krizi katmerlendirecek, ülkeyi yeni çözümsüzlüklere sürükleyecek İdlib gelişmeleri bu gerçeği bir kez daha gözümüze sokuyor.
Emperyalist güçlerin ve çömezlerinin müdahaleleri sonucu yangın yerine dönmüş bir ülke Suriye. Çoluk çocuk yüzbinlerce insanın ölmesi, milyonlarca kişinin yurdunu ocağını terk edip mülteci, mülteci bile değil sefil olması, yollarda denizlerde yitip gitmesi, mülteci kamplarında insanlıktan çıkması kimin umurunda! Akbabalara ceset, silah sanayiine savaş, emperyalist güçlere petrol, üs, nüfuz bölgesi, Türkiye’ye de Reis’in şânına şân katacak fütuhat gerek.
Her zaman sorunlarla dolu bu hassas bölgedeki yangını körükleyenlerin başında ne yazık ki benim ülkem, Türkiye geliyor. Suriye’nin ve bölgenin cehenneme dönüşmesinde, sorunun çözümsüzlük boyutlarına varmasında Türkiye’nin payı ve günahı büyük. Osmanlıyı canlandırıp bölge gücü olma hevesleri Tayyip Erdoğan’ın fetihçi emelleri ve güç tutkusuyla birleşince “Aziz dostumuz Esad” bir gecede halkına zulmeden ‘Eset’e dönüşüvermişti, hatırlıyoruz. Sonrasında, Obama ABD’sinin ve müttefiklerinin işlerin sarpa saracağını görüp frene bastıkları sırada bile, “durmayın, ilerleyin, ülkeye girin, bombalayın” çığlıkları atan savaş korosunun solistinin Türkiye olduğunu hatırlamakta da yarar var.
Önceleri AKP’nin (siz Tayyip Erdoğan anlayın) ve şimdilerde Erdoğan-Bahçeli ittifakının, özeti: “Kahrolsun Esad ve Kürtler, yaşasın bize fütuhat yollarını açacak cihatçılar” olan ilkesiz, öngörüsüz, istilacı ve savaşçı Suriye siyasetinin vardırdığı nokta, bir Rusya’ya bir ABD’ye yanaşarak savrulmak, ikisini idare etme kurnazlığının sökmediği anda da, şimdi İdlib’te olduğu gibi, Tarzan zor durduma, apışıp kalmak…
İdlib, Afrin, Rojava kimin toprağı?
Neredeyse unutuldu, unutturuldu; milliyetçilik afyonuyla, hamasetle, şehitlik ve fetih edebiyatıyla, bir sürü yalanla bilinci karartılmış, serseme döndürülmüş “sokaktaki adam” İdlib’i Türkiye toprağı sanar oldu. Herkese, kendimize de hatırlatmakta yarar var: İdlib ve Türkiye’nin askerî güçle girdiği Kuzey Suriye, resmen -ve hâlâ- egemen bir ülke olan Suriye toprağıdır. Ve kabul edin etmeyin, tanıyın tanımayın, Beşşar Esad, ülkesinin topraklarını emperyalistlerin ve alt-emperyalistlerin ülkeye soktuğu sürüsüne bereket cihatçıdan, her soydan her boydan IŞİD ve Taliban kalıntılarından, Türkiye’nin bakıp beslediği, tam destek verdiği isyancılardan, ÖSO ve benzerlerinden kurtarmaya çalışmaktadır.
Suriye dışişleri bakanı, orada asker bulunduran, karakollar/ gözlem noktaları kurmuş olan, -bölgeyi avcunun içi gibi bilenlerin anlattıkları kadarıyla- yerel yöneticiler atayan Türkiye’ye, “İdlib Suriye toprağıdır” diye hatırlatma gereği duydu ve İdlib’de Türk ordusuyla çatışmayı istemediklerini söyledi. Attığı yanlış adımların acı meyvelerini toplayan Türkiye ise şu günlerde kendi kurduğu kapandan kurtulmak için çırpınıyor.
Diyarbakır, Şırnak, Cizre ne kadar Türkiye toprağıysa…
Bir an şöyle uzaktan bakıp düşünmeye çalışalım: Yabancı bir güç veya komşu bir ülke, veya her ikisi birlikte, “Erdoğan kendi halkına zulmediyor, Kürtleri eziyor, muhaliflerini susturuyor, hapislere tıkıyor”, vb. gerekçesiyle, Allah korusun, ülkemizi bombalasa, yetiştirip beslediği silahlı çeteleri ülkeye soksa, sınır ötesi tehdit gerekçesiyle Türkiye’nin şu veya bu sınır bölgesine girip yerleşse, demografik yapıyı değiştirip oraya kendi Truva atlarını yerleştirse ne yapardık! Ülkenin başında; muhalif olduğunuz, en kötü, en sevmediğiniz, Esad’dan da beter, gerçekten zalim bir kişi olsa bile, böyle bir manzarayı kabul edebilir misiniz? Ben edemem.
Diyarbakır, Cizre, Hakkâri, Şırnak, vb. ne kadar Türkiye toprağıysa İdlib, Afrin, Rakka, Rojava bölgesi, o kadar Suriye toprağıdır. Şam’ın kendi Kürtleriyle sorunu mu var? Halkına zulmeden Esad’a karşı Suriye demokratik muhalefeti mücadele mi veriyor? Bu Şam yönetimiyle Suriye halklarının kendi çözecekleri bir sorundur. Çözüm için aracı olma, yapıcı telkinde bulunma, taraflar arasında diyaloğu sağlama, uzlaşma yollarını birlikte arama apayrı bir şeydir; savaşı körüklemek, müdahale, hele de silahlı müdahale apayrı bir şey.
Bir an, Suriye’nin yerinde Türkiye’nin, Esad’ın yerinde Erdoğan’ın olduğunu düşünelim, empati yapalım. Kendimizin kabullenemeyeceği müdahaleleri başka bir ülkeye, başka halklara reva görmenin utancıyla hesaplaşalım.
Suriye siyasetinde, bu aşamada artık suç ve günah sayılabilecek baştaki yanlış adımlar atılmamış olsaydı, bugün milyonlarca mülteciyle, cihatçı saldırılarıyla, Kürt sorununun vahim boyutlara varmasıyla, yıllardır içerde ve sınır dışında sürdürülen savaşın maddî manevî yükleriyle karşılaşmazdık; bütün dünya ile ve komşularımızla düşmanlaşmaz, ne yapacağı belli olmayan saldırgan bir devlet görünümü vermezdik.
“Adam kazandı” ve adam kaybetti
Sabah gazetesinin Reisci başyazarı “Adam Kazandı” diyor Esad’ı kastederek. Adam’ın kazanması bizim Adam’ların politikalarının iflası anlamına geliyor. Ancak ilkesiz, fırdöndü Türk dış siyasetinin mimarları baştaki ölümcül yanlışı geç de olsa telafi etme olanağına hâlâ sahipler. Kör inattan, bölge hâkimiyeti hayallerinden, Kürt fobisinden, şoven Türkçülük saplantısından vaz geçip şu veya bu şekilde Şam-Ankara diyalog hattını kurmaya cesaret edebilseler; Esad’a Kürtleri tepeleme ve El Nusracı, cihatçı, ÖSO’cuları esirgeme koşulu dayatmasalar, bölgede savaşı tam bitirmese de belli bir denge sağlayabilecek çözüm önerilerine kulak verseler çok şey değişebilir. Bunca cana, yıkıma, acıya mal olmuş Suriye savaşındaki suç/günah payı da bir ölçüde hafifleyebilir.
Öteki yol ise, inadım inat diyerek yanlışta direnmek veya Trump’dan ya da Putin’den medet umup iyice uydulaşmak ve insanlık suçlarına ortak olmak.
Bakalım hangisi…