04 Mart 2023

Sıcağı sıcağına, bir kurbağa ve akrep hikâyesi

Şimdi, Kılıçdaroğlu’nun sözünü ettiği geniş muhalefet ittifakını örmeye girişme; ülkeyi, ülkeyle birlikte köhnemiş zihniyeti değiştirmek için harekete geçme zamanı. İyi Parti'nin Cumhur İttifakı saflarına geçmesiyle önümüzden bir engel kalktı. Yola devam…

Hikâyeyi bilirsiniz ama yine de anlatayım. Akrep suya düşmüş, hayat memat meselesi, karaya çıkması gerek. Kurbağaya sesleniyor: Kurbağa kardeş, al beni sırtına, karşı kıyıya hoplat. Kurbağa kuşkulu, malını biliyor, yine de iyi niyetli. "Bin sırtıma ama korkarım beni sokarsın", diyor. Akrep yemin billah ediyor; "Canımı kurtaranı sokar mıyım, üstelik sokacak olursam ben de seninle birlikte boğulurum. Aman kurbağa kardeş, beni kurtarırsan ömür boyu sana minnettar kalırım". 

Kurbağa saf saf inanıyor, akrebi sırtına alıyor. Tam kıyıya ulaşacaklarken akrep kurbağayı sokuyor. İkisi birden dibe yuvarlanırlarken, "Neden yaptın" diye soruyor kurbağa. "Kusura bakma, sokmak istemedim, kendimi çok tuttum ama akrepliğim tuttu, naturama (ki siz buna fıtrat deyin) karşı koyamadım" diyor.

Meral Akşener ve temsil ettiği siyasal-ideolojik zihniyet de naturasına karşı koyamadı. Kendi sonunu hazırlasa bile zehrini akıtmaktan kendini engelleyemedi.

Hikâye bu kadar basit ve masum değil

Kurbağa ile akrep meseli, kurbağanın iyi niyetli saflığı ve akrebin karşı koyamadığı içgüdüleri düzeyinde kavrandığında oldukça saf bir yorum çıkar ortaya. Meral Akşener’in, Altılı Masa'nın ortak aday ve mutabakat metnine attığı imza kurumadan, bozguncu ve saldırgan bir dille, siyasî ahlakla bağdaşmayan provokatif önerilerle, en küçük ikna ediciliği olmayan gerekçelerle masayı terk etmesinin ardındaki gerçek güç ve itkileri görmezden gelirsek, kurbağanın kaderini paylaşırız.

Böyle bir günde yazıyı uzatıp kafa ütülemeye gerek yok. Akşener ve partisi baştan beri derin devletin projesiydi. İtiraf edeyim, ilk zamanlar böyle düşünmüyordum, Akşener’in MHP kökenini, sıkı Ülkücü geçmişini (Asena) kaydetmekle birlikte, şoven Türk milliyetçiliğinin laik kanadı olarak AKP’nin yerine orta- sağın temsilciliğine aday olmaya oynadığını sanıyordum. Her zamanki siyasî sazanlığımla, siyasî ahlaksızlığın boyutlarını hesaplamayan aymazlığımla, Altılı Masa içinde, faşizan naturasının törpülenebileceğini umut ediyordum. En azından “Sözünün eri erkek kadın!” imajıyla İyi Parti’nin önce Meclis’e girebilmesine, sonra bugünlere gelmesine, demokrasi ve uzlaşma kültürü adına olanak tanımış olan Kılıçdaroğlu’na insanî bir gönül borcu olduğunu düşünüyordum.

Saflık ve iyi niyet, herkesi kendisi gibi sanmak, siyasette her zaman yanıltıyor, bir türlü öğrenemiyorum bunu.

Bir süredir, AKP-MHP iktidarının ardındaki derin devletin; artık varlığı yarardan çok zarar veren aşırılıkları, ipe sapa gelmez çıkışları, patolojik ruh hali yüzünden Bahçeli’yi değiştirip yerine etek giymiş MHP olan İYİP’i geçirmeyi planladığını düşünüyordum. Siyaseti benden daha iyi okuyan kimi yorumcuların, Akşener’in seçimler sonrasında AKP ile ortaklığa hazırlandığı yolundaki görüşlerinin yanlış olmayabileceğini düşünmeye -hatta satır arası yazmaya- başlamıştım.

T24’ten Akdoğan Özkan’ın 23 Ocak tarihli “Seçimleri kim kazanacak?” başlıklı -bence gereğince yaygınlaşmamış ve değeri bilinmemiş- yazısında sorduğu “Cumhur İttifakı mı, Millet İttifakı mı, yoksa devlet ittifakı mı?” sorusu dün cevabını buldu. Türkçü, faşizan, militarist, asimilasyonist derin ideolojinin taşıyıcıları kendilerine gençlik aşısı yaparak sahaya çıktılar.

Bağrımıza taş basmaktan kurtulduk

Önceleri muhalefet güçleri bir araya gelsinler diye çırpınan, 6’sı bir araya geldiğinde “yetmez, yetmez ama hiç değilse bu birlik bozulmasın,” diye, içlerine sinmese de bağırlarına taş basarak destekleyenler, İYİP’in masaya tekme vurmasıyla göğüslerindeki taştan kurtuldular. Vallahi ben, kendi hesabıma ferahladım. Akşener’in uzlaşmaz tutumunu, aslında demokrasi düşmanlığı olan Kürt düşmanlığını, CHP’nin içine kama sokmak için yaptığı İmamoğlu-Mansur Yavaş hamlelerini en hafiften eleştirsem, yakın çevremden de gelen, aman kıllarına dokunma, aman masayı zedelemeyelim uyarılarından kurtuldum.

Her şeyin aslına döndüğü, atasözündeki gibi, kırk yıllık Yani’nin Kâni olamayacağı, MHP kökeninden özgürükçü demokratlığın neşet edemeyeceği, faili meçhuller döneminin "Hiç pişman değilim, her şeyi devletim için, doğru yaptım" diyen İçişleri Bakanı’yla demokrasi ittifakı kurulamayacağı apaçık ortaya çıktı.

Bir an düşünelim; ya bir de Millet İttifakı içinde kalsalar ve de seçim kazanılsa ne olacaktı! Akşener’den Başbakan, İYİP’li İçişleri Bakanı, vb.; tadından yenmezdi. Bana sorarsanız, aslında Kılıçdaroğlu da, seçim hesapları bir yana, derin bir oh çekmiştir son gelişmelerden sonra.

Asrın felaketi, asrın siyasal komplosu ile birleşince…

Devlette oyun çoktur. Hırslı, siyasî etik yoksunu, popülist söylemli piyonlarla oynar oyununu. Benim anlayamadığım, bunca yılın siyasetçisi Akşener’in, kısa vâdeyi bilmem ama 4-5 yılı geçmeyecek orta vâdede, hem de böyle bir felaket ve yıkım döneminde, kendi ayağına sıkmayı neden, nasıl göze aldığı. Ödül çok büyük olduğundan mı, verilen bazı teminatlardan mı? Bir de küçük bir ayrıntı: 18 saat önce imzaladığı bir ortaklaşma metnine rağmen, bu kadar kısa süre sonra eski ortaklarına karşı nasıl bu kadar saygısız ve saldırgan bir üslup kullanabildi? Yumuşak bir geçiş pekâlâ mümkünken neden düşman dilini seçti? Kimlerin yönlendirmesiyle?

Ve tabii sade vatandaşın soracağı bir başka soru da, ortak aday meselesi aylardır gündemdeyken, evlerde, kahvehanelerde, televizyonlarda, medyada sürekli konuşulurken, neden seçimlere iki aya kala, son ana kadar bekledi? Sanırım plan böyleydi ve Akşener derinlerin planını uyguladı. Hakkını verecek olursak, “devletlû” zevat açısından Bahçeli’den daha iyi bir seçenek olduğu âşikâr.

Kötülükten iyilik doğar mı? Bazen, evet. Kılıçdaroğlu’nun ilk değerlendirmelerini dinleyince, baştan beri olması gereken buydu diye düşündüm. Sofrayı büyütmekten, yemeği çeşitlendirmekten, her rengi katmaktan, kimseyi itmemekten söz ediyordu. Emek ve Özgürlük İttifakı, ama asıl HDP, yani Kürt siyasal hareketiydi işaret ettiği.

Şimdi, Kılıçdaroğlu’nun sözünü ettiği geniş muhalefet ittifakını örmeye girişme zamanı: ülkeyi, ülkeyle birlikte köhnemiş zihniyeti değiştirmek için harekete geçme zamanı.

Seçimlerle kısıtlı bir çabadan söz etmiyorum. 6 Şubat’tan beri, hedefin tek başına seçimler değil geleceğin şimdiden ilmek ilmek örülmesi olduğunu kavradık. İYİP’in Cumhur-Devlet İttifakı saflarına geçmesiyle önümüzden bir engel kalktı. Yola devam…

Oya Baydar kimdir?

Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi.

Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı.

1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı.

Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı.

Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi.

1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye'de ilk üniversite işgali eylemi oldu.

1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı.

Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı.

12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı.

Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı.

Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu.

Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı.

Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı.

İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü.

Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu.

2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi.

Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24'te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor.

ESERLERİ

Roman

Allah Çocukları Unuttu (1960)
- Savaş Çağı Umut Çağı (1963)
- Kedi Mektupları (1997)
- Hiçbiryer'e Dönüş (1999)
- Sıcak Külleri Kaldı (2000)
- Erguvan Kapısı (2004)
- Kayıp Söz (2007)
- Çöplüğün Generali (2009)
- O Muhteşem Hayatınız (2012)
- Yolun Sonundaki Ev (2018)
- Köpekli Çocuklar Gecesi (2019)
- Yazarlarevi Cinayeti (2022)

Deneme

- Surönü Diyalogları (2016)

Öykü

- Elveda Alyoşa (1991)
- Madrid'te Ölmek
- Mırınalı Madride (2007)

Anlatı

- Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014)
- Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk
- Oya Baydar ile Nehir Söyleşi (Ebru Çapa ile, 2018)
- 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri (2021)

Yazarın Diğer Yazıları

Romanını yazamadığım kahramanım Nazar

İnsan benim yaşıma gelip de birlikte yol yürüdüğü,  onlarla zenginleştiği dostlarını, arkadaşlarını yitirdiğinde sadece onların matemini tutmuyor, sadece onlara ağlamıyor. Her giden bizden bir parça koparıp gidiyor. Eksiliyoruz

Bir yazamama yazısı

Yazıyoruz, söylüyoruz, bağırıyoruz, feryat ediyoruz da ne oluyor, ne değişiyor! Anlamsızlık, yetersizlik, boşuna çaba duygusu

Çocukları kefene sokan ruh hastası ilkel zihniyet

ÇEDES'in amacı çocuklarda çevre duyarlılığını geliştirmek ise, ormanlarımızın, tarım topraklarının, doğal zenginliklerimizin nasıl yok edildiğini, açgözlü vahşi talan düzeninin doğal yaşamı nasıl katlettiğini öğretin

"
"