Dinî kültürüm zayıftır; o hadis-i şerif’i yeni öğrendim: “Fitne zamanı, koşuyorsanız yürüyün, yürüyorsanız durun, ayaktaysanız oturun.” Şu yaşadığımız günlerde hatırlanması, benimsenmesi, uyulması gereken bir peygamber tavsiyesi.
Arapça kökenine gidilirse fitne “imtihan” anlamına geliyormuş. Dilimize karışıklık, kargaşa, fesat anlamıyla girmiş. İster imtihan, isterse karışıklık, kaos, fesat anlamında kullanalım, tam da fitne günlerindeyiz. Bu öyle bir kargaşa ki, toplumu bütün kesimleriyle temelinden sarsıyor. Bir benzetme yapacak olursak: gemi buz parçalarına çarpa çarpa az ötedeki buzdağına doğru gidiyor. Başta birinci kaptan, gemiyi yönetenler; rotada nerede hata yaptık, neyi hesaplamadık, dümeni ikinci kaptana neden kayıtsız şartsız teslim ettik diye sormak, can havliyle dümen kırmak, manevra yapmak, rota değiştirmek, yardım çağırmak yerine bodoslamadan buzdağına doğru ilerliyor; tekneye dolmaya başlayan suları tencere, tava, kaşıkla boşaltmaya uğraşıyorlar. Sular yükseldikçe de dört yana ateş ediyor, suçlu arıyor, o zamana kadar gemiyi emrine verdiği ikinci kaptanı hain ilan ediyor, tayfaların elini kolunu bağlıyor, kutup ayılarının, penguenlerin, fokların, Eskimoların lobilerinin kaptanı değiştirmek, gemiyi ele geçirmek için kendilerine karşı görülmemiş bir saldırı hazırladıklarını haykırıyorlar.
“Hepimiz aynı gemideyiz” lafından hazzetmem, çünkü ambarlarda ya da güvertede seyahat eden gariban yolcularla lüks kamaradakileri aynı çuvala koyup garibanları kandırmayı amaçlar. Ama herkesin birlikte sulara gömüleceği bir facianın eşiğindeysek, olup bitenleri ellerimizi ovuşturarak seyredemeyiz. Çünkü hepimiz su alan gemideyiz.
Bu fitnenin sonu karakolda biter, kimse de kârlı çıkmaz
İçinde debelendiğimiz giderek derinleşen bunalımın/kaosun karakolda biteceğini söylemek lâfın gelişi. Çünkü ne güvenilir karakol kaldı, ne polis, ne mahkeme, ne yasa, ne ilke. Ama bunca yıllık siyasal gözlemcilik, darbe deneyimi, son günlerde bir kez daha üstünden geçtiğim toplumsal-siyasal tarih dersleri, böyle giderse bu derinlikte bir krizin demokratik düzene şu veya bu şekilde bir müdahale ile sonlanacağını söylüyor bana. Müdahale, bugüne kadar yaşadığımız darbelere benzemeyebilir, mutlaka emir komuta zinciri içinde askerden gelmeyebilir, hatta Murat Belge’nin hatırlattığı 27 Mayıs darbesi gibi de olmayabilir. Mevcut hükümetin parlamento dışından gelecek demokratik işleyişe uymayan bir şekilde düşürülmesi; mesela Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Genel Kurmay Başkanı eliyle bir millî mutabakat hükümetinin zorlanması, mesela Başbakan’a yönelik bugünkünden daha şiddetli bir kuşatma operasyonu, örneğini gördüğümüz gibi yüksek yargı aparatını ele geçirmiş bir odağın yıpratma saldırısı şeklinde olabilir. Hatta şu anda işaretlerini gördüğümüz gibi, mevcut hükümetin demokratik işleyişe bizzat kendisinin son vermesi şeklinde de gerçekleşebilir.
Tarihsel ve güncel örnekler; kaosa evrilen krizlerin, hele de ekonomik krizle örtüştüğünde, kitlelerde kurumlara güvensizlik, yarın korkusu, panik, şiddet eğilimi yarattığını; böyle bir ortamın da -hangi güç, hangi mihrak eliyle olursa olsun- otoriter faşizan rejimlere yol açtığını gösteriyor. İktidarlar, iktidar adayları ve kitleler, böyle kaotik durumlarda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sözleriyle: “Fitneyi ortadan kaldırmak veya ona yol vermemek için en çetin istibdatlara râzı olurlar.” Şu günlerde bizleri bekleyen büyük tehlike bu. Ve sadece iktidar değil, muhalefet güçleri de işin vahametinin farkında değillermiş gibi görünüyorlar.
Krizi derinleştirme stratejisi ne kadar geçerli?
Kaosu yaygınlaştırma, krizi derinleştirme stratejisinin devrim teorisinde yeri vardır. Çatışan tarafların, dünya ve Türkiye koşullarının, krizin yapısının bugünkünden çok farklı olduğu 1977-1980 döneminde Leninist “devrimci durum” tartışmaları solda yaygındı. Ezberlerimiz, o günleri yaşamış olan arkadaşların hatırlarındadır. Devrimci durumun devrime evrilmesi için gerekli ve zorunlu koşulun, devrimi gerçekleştirip iktidarı alabilme yeteneğine sahip bir gücün varlığı olduğunu herhalde hatırlıyoruz. Böyle bir gücün varlığında, krizin ve kaosun harekete geçireceği kitlelerin devrimci cepheye katılacağı, özellikle Bolşevik devrimi örneğinden hareketle savunulurdu. Ne var ki o güç, 1970’ler Türkiye koşullarında acil devrim özleyenlerin hayalhanelerinden başka yerde yoktu. 12 Eylül faşizan darbesi o koşullarda geldi ve herkesi biçti.
Kürt siyasal hareketi bir yana bırakılacak olursa bugün parlamento içi (ve parlamento dışı ulusalcı) muhalefet ‘70 sonlarından daha dağınık ve rotasız. AKP’yi bertaraf etmek, demokrasi dışı yöntemlerle bile olsa şu veya bu şekilde iktidarı kapmak dışında programı, hedefi yok. En önemli sorunumuz olan Kürt sorunun çözümü konusunda da Tayyip Erdoğan’lı AKP’nin çok gerisinde, şoven ulusalcı sularda çırpınıyor. Kendini sadece AKP karşıtlığı üzerinden var etmeye çalışırken 21. yüzyıl Türkiyesi ve dünyasına cevap getiremeyen ezberlerden öteye geçemiyor. Şu sıralarda giderek derinleşen Cemaat-Hükümet (AKP) çatışmasından üç beş oy artışı derlemeyi umuyor. Bu yüzden de, kof hayalleri bir yana bırakıp somut siyasal durumun somut tahlilinden hareket edersek bırakalım devrimi, siyasal iktidar değişimini bile gerçekleştirme gücü yok. Devrimci durumun devrime evrilmesinin, daha hafif söyleyelim: iktidar değişiminin ve yeni bir kuruluşun olmazsa olmaz koşulunun bulunmadığı ortamda, krizi derinleştirme stratejisi kaosun artmasından, devlet krizinin rejim krizine dönüşmesinden başka sonuç vermez. Yangına körükle veya Öcalan’ın ifadesiyle benzinle gitmek, şu aşamada çözüme değil toplumsal yıkıma hizmet eder. Tabii ki iktidar partisinin yolsuzluklara bulaşmışlığını, antidemokratik gidişatını, Başbakan’ın şahsında somutlaşan despotik-otoriter-keyfî yönetim anlayışını görmezden gelen “yedirmeyizcilik” ten değil, demokratik meşruiyete sahip çıkma sorumluluğu ve görevinden söz ediyorum. Kimden gelirse gelsin, ne şekilde olursa olsun darbelere, müdahalelere karşı meşru siyaset zeminini savunmanın tutunabileceğimiz doğru ilke olduğunu düşünüyorum. Demokratlıklarından kuşku duymadığım bazı arkadaşların meşru siyaset zeminini ve onun Parlamentodaki temsilini savunmanın AKP’yi koşulsuz, eleştirisiz desteklemek olmadığını kavramamış olmalarını yadırgıyorum.
Yanlış teşhis, yanlış kavram yanlış siyasete götürür
Öte yandan, Türkiye’yi bu tehlikeli duruma sürükleyen AKP-Cemaat kapışmasını, savaşan tarafların manipülatif algı çarpıtmalarına itibar etmeden siyaset biliminin ışığında değerlendiremezsek; AKP’nin lobiler, dış düşman, içerdeki hainler, devlete karşı komplo kurmuş paralel devlet paradigmasını kabullenirsek; iktidarın can havliyle başlattığı cadı avına katılmış, yangına değil de cadı kazanlarına odun taşımış oluruz diye düşünüyorum. Kendini uluslararası komplonun hedefi olarak gören/gösteren iktidar kendi sıkıyönetimini kurma adımları atarken (ki her gün bir yenisi ekleniyor bu adımlara) payandalık yapmanın bedeli ağır olur. Kürt siyasal hareketinin ve Türkiye demokratlarının doğru ve sorumlu “yangına benzin dökmeme” duruşu, (İmralı’dan gelen son açıklamalarda belirtisi görüldüğü gibi) Hükümet Cephesi’nin kendine kalkan edindiği komplo teorilerine kurban edilirse bundan kimsenin, hele de Kürt hareketinin çıkarı olmaz. Çünkü Kürt sorunu, Kürt siyasal hareketinin her zaman tekrarladığı ve inandığı gibi sadece daha fazla demokrasiyle çözülebilir.
Ülkenin birinci sorunu olan Kürt sorununun çözümüne taş koydukları, bunun için gizli ve kirli oyunlara başvurdukları, yargıya, emniyete, yani devletin en önemli kurumlarına yerleşip kendi misyonları ve vizyonları doğrultusunda toplumsal mühendislik yapmaya çalıştıkları ayan beyan olan yapının (yüz binlerce, hatta milyonlarca inanmış, fedakâr, olup bitenler karşısında şaşkına dönmüş mensuplarını, sempatizanlarını tenzih ederek söyleyecek olursak Cemaat’in çelik çekirdeğinin) Kürtlere yönelik melanetleri, AKP’nin yanılgı, kuruntu, savunma zırhı ve çarpıtması olan komplo teorilerine ve şu meşhur paralel devlet yorumlarına sarılmaya yol açmamalıdır. (Paralel devlet sözünün yaşanmakta olanları açıklamadığını, sadece propagandif amaçla kullanıldığını not edip, Nuray Mert’in dünkü yazısına gönderme yaparak geçelim. AKP-Cemaat iktidar koalisyonunun devlet pastasından pay alma mücadelesi bir devlete karşı bir başka -paralel- devlet operasyonu falan değildir. Bolşevik devriminin, Nâzım’ın mısralarıyla “Kışlık Saray’da Kerenski Smolni’de Sovyetler ve Lenin” durumuyla bizdeki devleti ve iktidarı paylaşma dalaşının uzaktan yakından ilişkisi yok.
Sade yurttaş: “Zamanlama manidar, yolsuzluk aşikâr” diyor
İşte bu kaosta, biz sade yurttaşlar siyasal meşrebimize, ideolojik konumumuza, mağduriyet veya çıkarlarımıza bağlı olarak ister istemez bir tarafa meylediyoruz. Ama bir gerçeği de görüyoruz: “Zamanlama manidar, yolsuzluk ve çürüme aşikâr.”
Peygamber öğüdünü tekrarlarken ben de haddim olmayarak bir uyarıda bulunmak istiyorum: Kafamızı daha fazla karıştırmayın. Kimin eli kimin cebinde bizler bilmiyoruz; ama cep de el de nerede olduğunu biliyor. Çekin kirli ellerinizi o ceplerden! Ey AKP, ey Hükümet; bir mucize gerçekleştirin, yolsuzluk soruşturmalarını, kovuşturmalarını engellemekten vazgeçin, aksine önünü açın! Panik suçluluk işaretidir; şeffaf ve özdenetimli olma cesaretini gösterin, kendinizi temizleyin. Gezi’den bu yana hastalık derecesine varan paranoyak komplo teorilerine itibar etmeyin. İktidarınıza, Hükümetinize, Başbakan’a bir saldırı varsa -ki şu sırada var olduğu görülüyor- bunu bütün dünyayı karşınıza alarak, lobilere mobilere mâl ederek değil, ülkenin demokrasi güçlerine dayanarak, daha fazla demokrasiyle aşabilirsiniz, sıkıyönetim uygulamalarıyla değil.
Ey muhalefet! Krizi derinleştirmeye değil, demokratik meşruiyet sınırları içinde çözmeye gayret edin. Kaostan size kemik payı çıkmaz. Laf yetiştirmeyi ve ortamı germeyi siyaset sanmaktan vazgeçin. Şu veya bu şekilde darbeci-müdahaleci reflekslerinizden kurtulun.
“Ey Cemaat!” diyemiyorum. Çünkü orada ne var bilmiyorum. Göründüğü kadarıyla epeyce pis oyun olduğunu, kendilerine göre dünya çapındaki vizyonlarını hayata geçirmek için her türlü yönteme başvurmaya hazır ve hazırlıklı olduklarını seziyorum. Annem gizli Komünist Partisi’ne girdiğimi fark ettiğinde “gizlilikte melanet vardır, pislik vardır” demişti de kızmıştım. Rahmetli haklıymış meğer. Ama, ey Hizmet hareketine gönül vermiş saf ve inançlı insanlar! Peygamber’in “koşarken durun” sözlerini hatırlayın. İnancınızın, misyonunuzun devlete-siyasete karıştırılmasına izin vermeyin.