08 Ağustos 2012

Rojbin... Kürt kızım, öz kardeşim benim

Aradan yedi yıl beş ay geçmiş seni ilk tanıdığım günden bu yana. Sanki on yedi yıl gibi geliyor...

 

Aradan yedi yıl beş ay geçmiş seni ilk tanıdığım günden bu yana. Sanki on yedi yıl gibi geliyor. Günler acılarla, korkularla, bekleyişlerle, birbiri ardına sönen umutlarla doluysa, ağır geçer. Annenin günleri gibi, babanın günleri gibi, senin ailenin, senin halkının: Kürt halkının günleri gibi, ölen Kürt ve Türk gençlerinin analarının, kardeşlerinin, eşlerinin, yavuklularının günleri gibi. Bizim günlerimiz gibi

\

Rojbin; Kürt kızım, öz kardeşim, genç arkadaşım benim! Günlerdir çıkmıyorsun aklımdan. Şemdinli’ye bombaların yağdığı, dağları, mezraları dumanların  kapladığı, Hakkâri’nin ablukaya alındığı, çileli halkın yollara düşüp köylerin boşaldığı, mayınların patlayıp araçların havaya uçtuğu, karakolların basıldığı, kimi “şehit” olan, “kimi ölü ele geçen” canlarımızın, her iki tarafın acımasız televizyon ekranlarında, yalan makinesi medyalarında, -öldürmek marifetmiş gibi-, onlardan şu kadar bizden bu kadar övünmeleriyle, “tane” ile “adet”le, istatistikle ifade edildiği şu günlerde, en çok seni düşünüyorum.

Pazar günü, annenin mektuba dönüşmüş feryadını okudum Hasan Cemal’in sütununda. Annen... Türk ve Kürt bütün anaların acılarını kendisinde toplamış olan; dağda yitirdiği, gurbete gönderdiği çocukları yetmezmiş gibi, 17 yaşında tıkıldığı zindanlarda 22 yıldır yatan evladının acısına dayanmaya çalışan o eli öpülesi kadın. Yıllar önce Hakkâri’deki evinizde ağırlamıştı bizi. Biz: 9 Kasım 2005’te Şemdinli’de Umut kitabevinin bombalandığı JİTEM-Devlet komplosundan sonra bölgeye giden yirmi kişilik bir barış grubuyduk. Hani zamanın Genel Kurmay Başkanı’nın “Tanırım, iyi çocuklardır” diye arka çıktığı özel timci, JİTEM’ci, devlet görevlisi ajan provokatörleri Şemdinli halkı, iş üzerinde kıskıvrak yakalamıştı da, minare artık kılıfa sığmaz olmuştu.

Seni ilk orada tanıdım Rojbin. Van’dan Hakkâri’ye, ellerinde dedektörlerle yol boyu mayın kontrolu yapan askercikleri izleyerek, ardımız sıra gelen ne olduğu belirsiz siyah arabaların eşliğinde giderken, sınır kulelerine benzer kontrol noktalarından, aramalardan, durdurmalardan geçerken tanıdım. Hakkâri sokaklarında gençler etrafını çevirip Rojbin ablalarına sorular sorarken,  Doğu’nun yalnız ve çilekeş insanlarının davalarına bakarken, haksızlığa, adaletsizliğe kafa tutarken, mayın kurbanlarıyla çalışırken, savaşa karşı barışın sesini yükseltirken tanıdım. Seni, Şemdinli’yi çevreleyen derin vadilere, sisli dağlara bakıp da, “Bir gün buralarda barış içinde, kardeşçe ve insan gibi yaşayabilecek miyiz?” sorusunu sorarken tanıdım. Yüksekova’da kaldığımız otelde, bir köşeye çekilip kadın kadına, insan insana konuştuğumuz o anda, “Çocuğum olsun isterdim Oya Abla. Bu ortamda, bu yaşamda nasıl bilmiyorum ama çocuğum olsun isterdim” dediğinde tanıdım. Ah benim Kürt kızım, kardeşim, arkadaşım! Ben seni bütün mağduriyetlere, her yönlü saldırılara karşı barışın, kardeşliğin bayrağını dalgalandırırken tanıdım. Henüz umutlarımızın sönmediği günlerdi. Seni, her şeye rağmen umudu büyütürken, yeşertirken tanıdım.

Nikâhında şahitlik yaptım iki yıl sonra. Senin gibi özeldi nikâhın da. Hakkâri’nin, açıkta kıyılan, kadın erkek halay çekilen ilk resmî nikâhı dedi oradakiler. Bir ilk daha yaşandı, ırmak kıyısındaki o kır düğününde. Bana verdiğin onur için unutmadan teşekkür etmeliyim sana: Hem Hakkâri’nin, hem de benim bir ilkimi yaşattın: İki kadın şahitten biri bendim. Aşiret büyükleri, Hakkâri’nin kostaklı, ağır beyleri yadırgasalar da, iki kadın şahitle ve kadın nikâh memuruyla kıyıldı nikâhınız. Ben seni kına gecende, düğününde  güzel, pervasız, özgür halinle tanıdım.

Güzeldin. Irkının, bölgenin, soyunun güzeliydin. Öyle televizyon ekranlarına çıkan nazeninlerin yapay, yapma güzelliği değil; vahşi, isyankâr, vakur, cesur, çarpıcı güzelliğinle tanıdım seni.

 

Şemdinli Yanıp Yıkılırken

 

Şimdi, Bölge ateş altındayken, Şemdinli kırsalı, dağlar, mezralar, karakollar ve son umut kırıntılarımız yanıp yıkılırken seni düşünüyorum.

Biz Batı’dakilerin yıllar yılı yaptığımız gibi uzaktan bakıldığında Hakkâri, Şemdinli, Dağlıca, diğerleri haritada bir nokta; gazetelerde, televizyonlarda sansürlü yalanlı savaş haberleri ve ölü insan sayısından ibarettir. Ama orada sen varsın Rojbin. “Dersim’i hak saklasın, bir yarim var içinde” türküsündeki “ötekilere ne olursa olsun, tek yarim kurtulsun” bencilliği değil benimki. Sen tek değilsin; o topraklarsın, o halksın benim için. Barıştan umudu kestiğim şu günlerde, düşen her bomba, atılan her kurşun ikimize birden saplanıyor. Ateş hangi taraftan gelirse gelsin ikimizi birden vuruyor. Kurşun aramıza giriyor, bizi ayırıyor Kürt kardeşim, öz kardeşim benim. Şimdi savaş Şemdinli’de, Hakkâri’de hem Türke hem Kürde saplanan bir hançer.

İnşallah yanılıyorumdur ama yedi yıl önce, oralarda birlikte kurduğumuz barış düşünün sonuna geldik. Güzel bir rüyadan kötü uyandırıyorlar bizi.

İki taraflı savaş baronlarının kirli savaşı sürerken, seni düşünüyorum Rojbin. Seni, anneni, babanı, aileni, halkını düşünüyorum. Çünkü sizler, Kürt ve Türk siyasetçilerin, askerin ve gerillanın, Türk ve Kürt savaşçıların, Türk ve Kürt milliyetçilerinin, ardlarındaki büyük güçlerin hesaplarının insanı yok sayan kirli savaşlarının, gaddar hesaplaşmalarının ötesinde ve dışında, Kürt insanının gerçek acılarının ve sorunlarının taşıyıcısı, temsilcisi, mağdurlarısınız.  İttihatçı milliyetçi Türk devlet ideolojisinin doğurduğu Kürt sorunu canavarının nasıl büyüyüp serpildiğini anlamak isteyenler, bir tek senin ailenin örneğinde kavrayabilirler her şeyi. Bölgedeki Kürt ailelerin ortak hikâyesidir sizinki; en acısı da değil üstelik.

Sadece Kürt olduğu, Kürt kimliğine ve haklarına sahip çıktığı için Diyarbakır işkencehanesinden geçen babalar, kardeşler; basılan evler, sözde ev araması diye yere yatırılıp enselerine postalla basılan analar, babalar, en hafifi “şerefsiz Kürt” olan hakaretleri, küfürleri duyarak büyüyen çocuklar. On beşinde, on altısında tutuklanıp içeri atılan, işkence gören, serbest kaldığında yaşamını ve onurunu korumak için tek çareyi dağa çıkmakta bulanlar, orada yaşamlarını yitirenler, ya da yıllarca zindanlarda kalanlar....Senin kardeşin, 22 yıldır zindan zindan dolaştırılıyor değil mi Canım? Hem de bildiğim kadarıyla ne bir ölü, ne de çatışma var arkasında. Öz be öz Türk ve Ülkücü katil olsaydı çoktan özgürdü şimdi. Ne çare ki o Kürt, ne çare ki siz Kürtsünüz.

Annen Hasan Cemal kanalıyla bir mektup göndermiş Tayyip Bey’e. Hani bir zamanlar analar ağlamasın diye gözü yaşlı şov yapan sonra da sadece Kürt değil, Türk Kürt hepimizin anasını ağlatan Başbakan’a. İşe yarar mı bilemem. Arkadaşımızı yedirtmeyiz diyerek tescilli işkencecilere sahip çıkmaktan ar duymayan, yasa paketlerine müebbede mahkûm kanlı faşist katilleri hapisten kurtarmak için özel madde eklenmesine yeşil ışık yakan Başbakan’ın, başkalarının, hele de Kürtlerin mağduriyetlerine kör olduğunu artık biliyoruz.

 

Bir Teşekkür, Bir Çaresiz Özür

 

Sana teşekkür borçluyum Kürt kızkardeşim benim. Her zamanki alçakgönüllü, saygılı halinle “Neden Oya Abla, ne yaptım?” dediğini duyar gibiyim.

Gerçeklerin siyasetten, kitaptan, ideolojiden, savaştan değil; insanın yüreğinden, umutlarından, acılarından öğrenildiğini seni tanıyınca kavradım. Ben soldan geliyorum. Kürt sorunu sosyalizmin klasik metinlerindeki “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı”ydı benim için. Sosyalist düşünce ve ahlâk sömürüye, baskıya karşı ezilenin, emekçinin, yanında olmayı emrederdi. Bu yüzden savunurdum Kürtlerin haklarını. Kürt meselesi: ağanın, beyin, şeyhin ve de burjuva devletinin sömürüsüydü; devrim olunca çözülecekti. Bu kadar basit, şematik, insansız.

Sen bana Kürt sorununa da bölgeye de başka gözlerle ve yürekle bakmayı öğrettin. Senin özelinde Kürt insanını yüreğimle, vicdanımla kavradım. Şemaların yetmediğini, insanın gerektiğini anladım. Kayıp Söz romanını yazamazdım seni tanımasaydım. Biraz övüneyim; Kayıp Söz 20 ülkede, 20 dilde basıldı, basılıyor. O romanı sen armağan ettin bana. Kayıp Söz’deki sözünü yitirmiş yazarın dediği gibi, “Duyduğum sesin, şiddetten doğan acının sesi olduğunu bilmiyordum, öğrendim. O sesi izledim. Sözü buldum. Barışa, insana dair söyleyecek bir sözüm var artık.”

Ama söz yetmiyor. O kadar çok söz söyledik ki bugüne kadar, kendi sözlerimizde boğulduk. Barış diye diye barışı boğduk. Ne biz Türkler ne de Kürtler savaşı, ölümü, silahı çözüm sanan kendi muktedirlerimize yeterince güçlü karşı çıkabildik. Ne Türkler ne Kürtler, savaşmak istiyorsanız bize güvenmeyin, oturun, konuşun, uzlaşın, biz barış istiyoruz diye yüksek sesle haykıramadık. Bugünlerde çaresizlik ve panik halinde başladık biraz böyle konuşmaya ama artık çok geç. Savaşı tek çözüm sayan muktedirlere karşı tek yürek, tek çığlık olamadık. Ölecek, öldürecek kadar cesur olanlar barışa cesaret edemediler, edemedik.

Biliyorum Rojbin, umutsuz, kötümser bir yazı oldu bu. Bu ülkeye hükmedenlerin akıllarının, bilgilerinin hele de vicdanlarının bu kadar sığ; hırslarının, kinlerinin, kibirlerinin böylesine engin olduğunu gördükçe, artık korkuyorum. Senin için, küçük oğlun için, geleceğimiz için, halklarımız için korkuyorum. Ya sen?

 

Yazarın Diğer Yazıları

Romanını yazamadığım kahramanım Nazar

İnsan benim yaşıma gelip de birlikte yol yürüdüğü,  onlarla zenginleştiği dostlarını, arkadaşlarını yitirdiğinde sadece onların matemini tutmuyor, sadece onlara ağlamıyor. Her giden bizden bir parça koparıp gidiyor. Eksiliyoruz

Bir yazamama yazısı

Yazıyoruz, söylüyoruz, bağırıyoruz, feryat ediyoruz da ne oluyor, ne değişiyor! Anlamsızlık, yetersizlik, boşuna çaba duygusu

Çocukları kefene sokan ruh hastası ilkel zihniyet

ÇEDES'in amacı çocuklarda çevre duyarlılığını geliştirmek ise, ormanlarımızın, tarım topraklarının, doğal zenginliklerimizin nasıl yok edildiğini, açgözlü vahşi talan düzeninin doğal yaşamı nasıl katlettiğini öğretin

"
"