Galiba en güç olan bu: Ötekini anlamak. Lâf olsun, edebiyat olsun diye değil, kafayla ve yürekle gerçekten anlamak, hiç değilse anlamayı denemek.
Önce ilk adım: sözü, fikri, yazılanı, söyleneni anlamak; sonra ikinci adım: ötekinin derdini, duygularını, neyi neden yaptığını, neden böyle yaptığını anlamak. Düşman saydığını bile anlamaya çalışmak: çünkü belki yanlış, eksik anlamışsındır, belki sadece kafanla anlamaya çalışmış yüreğini kapamışsındır ona, belki de tersi. Kabul etmesen, benimsemesen bile, eğer anlayabilirsen bir konuşma tartışma ortamı doğar, çözüm umudu belirir, bir ışık yanar.
Kabul etmek ya da reddetmek, benimsemek ya da dışlamak anlamaktan sonra gelir. Bir başkasını; yani öteki halkı, öteki mağduru, öteki siyaseti kendi kafandaki modele, kendi önyargılarının kalıbına uydurup, ona sadece kendi gözlüklerinle bakıp değerlendirdiğinde de anlamış olmazsın. Gördüğün sadece kendi yansıttığın resimdir, biraz da sana benzer o resim.
Ötekini anlamak güç iştir. Anlama süreci önce ötekinin varlığının bilincine varmak ve varlığını kabul etmekle başlar. Sonra kişinin kendi çemberlerini aşıp ötekine yönelmesini, kendi kalıplarını zorlamasını, yumuşatmasını, “tek doğru benim doğrum, başka doğru yok” dar görüşlülüğünden sıyrılmasını; O nasıl hissediyor, ne hesaplıyor, neden korkuyor, ne istiyor sorularını cesaretle sormasını gerektirir. Ötekini anlamak, gündelik dile pelesenk olmuş şu içeriksiz ve ruhsuz “sizi anlıyorum” söylemindeki kadar basit değildir. “O’nun yerinde olsam, o verili durumda, o koşullarda neler hissederdim, ne yapardım?” sorusunun vicdanın aydınlığında ve mahreminde sorulmasıdır önce. Ama bu yetmez; ötekinin koşullarını bilmek, ötekinin duygularının ve düşüncelerinin, O’nun kendi tarihsel süreci ve koşulları içinde bizimkinden daha farklı biçimlenmiş olabileceğini kavramak da gerekir.
* * *
Git gide derinleşen ve artık ürkütücü hale gelen toplumsal yarılmanın; içinde yuvarlanmakta olduğumuz nereye varacağı belirsiz kaosun en temelinde anlamayı becerememek ve reddetmek olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de siyasetin giderek kör dövüşü haline gelmesinde, anlamanın daha ilk adımı olan akli- rasyonel süreçlerin işlememesinin payı olmalı. Çözüm arayışı değil de ezmek, mağlup etmek, yok etmek üzerine kurulan siyasetlerin hepsinin, genel olarak anlama, özel olarak da ötekini anlama özürlü olduklarını kim inkâr edebilir?
Kolay olmadığını biliyorum, yine de kavga etmeden, düşman olmadan önce anlamayı denemeliyiz, diyorum ben. Ama tek taraflı olarak değil, sadece kendi haklılığımız ve kendi doğrularımız üzerinden değil.
Bir örnek derdimi anlatmamı kolaylaştıracak. Çözüm anahtarının siyasi önlemlerden önce ötekini anlamak olduğunu düşündüğüm Kürt meselesinden vereceğim örneğimi.
Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir, kendisiyle yapılan son röportajda, çok sıkıntılı bir sürece doğru hızla ilerliyoruz, diyor. Çığlığının duyulmasını istiyor. Dönüşler başladığında Silopi’de sınır kapısında yaşanan şenlik havası ve bunun Batı’daki algılanması hakkında: “Silopi’deki giriş ve Diyarbakır’daki halkın sahip çıkması bir zafer coşkusu değildi. Vallahi de billahi de değildi. Orada tek bir duygu vardı, o da ‘artık geri kalanların cenazesi gelmeyecek’ duygusuydu. Bitti artık, ölüm bitiyor, savaş bitiyor, diyalog kuruluyor, dağdaki evlatlarımız eve gelecek sevinciydi. Erken bir sevinçti ama, insanların buna inanmaya ihtiyacı vardı. Bu sevinci Kürtlere çok gördük....” diyor, Batı kamuoyunun bu sevinci anlamadığına işaret ederek.
Sonuna kadar haklı Baydemir. Evet, onun Batı dediği Kürt olmayan halk kesimleri bu sevinci anlamadılar, meydan okuma saydılar, öfkelendiler, dellendiler. “Açılım” sözcüğü ortaya atıldığı andan itibaren, savaşın devamını isteyenler ve onların dümen suyundaki muhalefet tarafından her türlü kışkırtma, her türlü saptırma yapılmış; kitleler Kürtlere karşı bilenmiş, “anlama”yı engelleyecek bütün önlemler alınmıştı zaten. İnsanların anlama güdüleri zayıflatılmış, kısır siyasetin nefret söylemleriyle yürekleri, vicdanları karartılmıştı. İnsanlar, kendilerini Silopi’deki Diyarbakır’daki Kürdün yerine koyup, benim evladım yıllar sonra evine dönecek olsa, benim yakınıma memleket yolu açılsa, ölüsü değil güle oynaya dirisi gelse sınır kapılarından onları nasıl da coşkuyla karşılardım, nasıl davullarla zurnalarla bayram gibi yaşardım o gelişi, helal olsun sevinçlerini gösterenlere, bu barışa duyulan özlemdir, diye düşünemediler; böyle duyamadılar yüreklerinde. Doğrudur: Sevinç, coşku ortaklaştırılamadı; Kürdün, yani ötekinin sevinci olarak kaldı ve buradakinin öfkesi oldu. Nasıl acıyı ortaklaştıramadıysak sevinci de ortaklaştıramadık.
Madem ki konumuz ötekini anlamak, şimdi bir de buradan, bu yakadan bakalım. İktidarıyla, muhalefetiyle siyaset ağalarını ve seçkinlerini bir yana bırakalım, yıllardır çok taraflı ve çok merkezli provokasyonlarla ve kirli psikolojik savaşla koşullanmış, bayrakların ötekinin kafasına indirilecek sopa, vatanın ortasından bıçakla bölünecek karpuz olduğuna inandırılmış kitleler, oradaki sevinç ve bayramı zafer gösterisi olarak algıladıklarında ne hissettiler, diye soralım bir de.
Ben kendi hesabıma bayram ettiğim o dönüşün zafer gösterisi havasına bürünmesini de çok iyi anlayabiliyorum; yenilmiş, telim olmuş sayılmanın insanları ne kadar rencide edebileceğini, ne kadar yaralayacağını hem aklımla hem yüreğimle kavrayabiliyorum. Bunca zamandır ezilmiş bir halkın zafere susamışlığını kendi yüreğimde hissediyorum. Aralarında belediye başkanlarının da bulunduğu Kürt siyasetçilerinin, bölge önderlerinin kelepçelenip tek sıra götürüldüğü o ayıplı fotoğrafı gören Kürtlerin öfkesini, anlamanın da ötesinde içimde duyuyorum. O öfke benim öfkem oluyor. Kürtlere legal siyaseti engellemeyi amaçlayan son dönem tutuklamalarına, Kürt milletvekillerini hedefleyen Meclis’ten çıkarma çabalarına, Meclis’te vekillerine yapılan saygısızlıklara, sevgisizliklere isyanlarını nasıl anlamam. O isyan benim de isyanım.
Ama benim böyle kavramam, anlamam yetmez. Reşadiye’de ne operasyon ne vuruşma varken yedi askerin, gencecik yedi canın öldürülmesi ve bunun örgüt tarafından bir misilleme olarak gösterilmesi; hemen ardından bölgede yaşanan gerginlikler; sokakları dolduran, masumiyetleri öfkelerinden büyük, çaresizlikleri kinlerinden daha derin çocuklar...Ekranlara yansıyan kavga, çatışma, taşlı sopalı saldırı görüntüleri...Ve tam o gunlerde, aylardır büyük çabalarla kamuoyunu hazırlayarak, geniş bir demokrat kamuoyu oluşturarak, Cumhurbaşkanı’ndan Meclis’e kadar her kapıyı çalarak, terörle mücadele yasasının çocuklarla ilgili acımasız maddelerini değiştirtmeye, taş atan çocukları kurtarmaya çalışan binlerce yurttaşın emeklerinin, umutlarının böyle bir ortamda sıfıra indirgenmesi; onların kendilerini ortada bırakılmış hissetmeleri, hayal kırıklıkları... DTP’nin kapatılmasını engellemek, kapatma kararını protesto etmek için ellerinden geldiğince, güçleri yettiğince çabalayanların, DTP grubunun Meclis’ten çekilmemesi için ricalarına, dileklerine karşı, DTP saflarından kimilerinden gelen “işimize karışmayın”lar.. Yani, demokratik mevzilerin kaybedilmemesinde sadece Kürtlerin değil hepimizin yararı bulunduğunu, demokratik mücadelenin Kürdün Türkün ortak mücadelesi olduğunu kavramayan dışlayıcılık (neyse ki azınlıkta kalan eğilim)... Ve röportajında çok haklı olarak Kürtlerin hissiyatının anlaşılmasını talep eden Baydemir’in kısa bir süre önce televizyon kameraları karşısında, tekrar tekrar “bizi bölmeye çalışmayın, h.....tir ” diyerek ötekinin suratına fırlattığı küfür.
O nazik, efendi adamı böyle küfretmeye sürükleyen tepkiyi, öfkeyi, çaresizliği ben anlıyorum, ama ötekinin hissiyatını anlamaksa bize gereken, o küfrü kendilerine yöneltilmiş olarak kavrayanların hissiyatını yok sayarak, onları uzaklaştırıp ötekileştirerek bir yere varılamayacağını da kendi duygularımdan biliyorum.
Ötekini anlamak tek taraflı bir talep, anlaşılmak tek taraflı bir hak olarak kavrandıkça; ya da mağduriyetin öfkeli dili anlaşılmadıkça umutları yeniden inşa etmek kolay değil. Baydemir’in açılımda “sil baştan” çağrısının duyulabilmesi ve gerçekleşebilmesi için bütün hassasiyetlerin dikkate alınması, bütün hataların tek tek onarılması ve bütün yüreklerin açılması gerek. Bu da hepimizin kendi ötekimizi anlamamızla, onun hassasiyetlerini içimizde duyabilmemizle mümkün ancak. Bazen bir söz, bir el uzatma, gözümüzde biriken bir damla yaş, bazen açık yürekli içten bir özür, bazen ötekiyle dayanışmak için göze alınan cesur bir adım.
Sonrası gelir.