Konu kıtlığının çekilmediği şu cennet vatanımızda benim gibi haftada bir yazanlardansanız, yazı günü gelince bunca konu arasından hangi birini seçeyim diye kıvranırsınız. Bu hafta tam öyle oldu. Yüreğime oturan, öfkemi kabartan, kafamı karıştıran, ya da eski- yeni dostlarla da ilgili olduğu için kederlendiren, duygulandıran, düşündüren ne varsa hepsine değinmek istedim.
35. Maddeyi Kaldırma Yarışı
CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu iktidara TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesini değiştirme çağrısında bulundu. Meclis Başkanı dışındaki AKP sözcüleri önce kendilerini pek toparlayamadılar, ama Başbakan resti görünce hizaya girdiler. Ne güzel işte! Birbirini mat etmek¸ köşeye sıkıştırmak için de olsa, 27 Mayıs’tan bu yana bütün darbelerin sözde hukuki dayanağı olan ayıplı bir madde daha devlet kitabından ayıklanacak. Yalnız unutulan bir nokta var, hatırlatayım. Bu maddenin iptaliyle ilgili olarak BDP aylar önce Meclis Başkanlığı’na vermişti yasa değişikliği teklifini. CHP neden o zaman üç maymunu oynadı da şimdi aklına geldi bu madde? AKP neden o zaman konuyla ilgilenmedi. Cevabı basit; ne AKP ne CHP konuya demokrasi ve sivilleşme meselesi olarak yaklaşıyor, onlar el el üstünde kimin eli var oyunu oynuyorlar. Olsun; vesayetçi statükocu sistemi gerilettiği ölçüde bu oyundan yanayım. Bu doğrultuda her adım atanı alkışlıyorum.
Vatan Haini Oranında Birinci Sırada
Referandum kampanyası başladı ya, dünyanın vatan haini oranı en yüksek ülkesinde yaşamakta olduğumuzu bir kez daha hatırlayıp dehşete kapıldım. Meydanlardan, kürsülerden vatan haini nutukları yükseliyor. Ülkenin bir yarısını temsil edenler öteki yarıyı temsil edenlere vatan haini diyor, öteki yarısının çığırtkanları da bu yarıyı vatan haini ilan ediyor. Meydanları dolduranlar da aynı şeyleri tekrarlayınca nüfusun toplamı vatan haini oluyor.
Bildiğim yaşadığım hiçbir başka ülkede (ki bunların sayısı pek az değil) nüfusun tamamının vatan haini olduğuna rastlamadım. Oralarda farklı siyasetlerden, farklı görüşlerden, farklı taleplerden söz edilir, kıran kırana siyasal mücadele verilir, ama vatan hainliği çok farklı bir kavramdır, böyle peynir ekmek gibi kullanılmaz. Hata ile günah, yanlış ile suç, farklı düşünce ile ihanet bir kez birbirine karıştırıldı mı, istemeden bilmeden insana ve halka ihanetin ortasında bulursunuz kendinizi.
Evren’in korkusu: Suç ve Ceza
Evren Paşa’yı bir korkudur almış. Kabadayılık yapıyor; beni yargılamaya kalkışırlarsa bu zevki onlara tattırmam, kendim bir kurşun sıkarım kafama, diyor. Önce paşayı rahatlatalım: Evren’in yargılanmasını, onun demokrasiye ve insanlığa karşı suç işlediğinin kanıtlanıp mahkum edilmesini en fazla isteyenler bile onun gibi “asmayalım da besleyelim mi?” diyecek tıynette ve vahşette değillerdir. Anayasa taslağı kabul edilip de 12 Eylül Anayasası’nın geçici 15. maddesi kalkarsa, Evren’in ve sorumluluğu paylaşan ölü veya diri diğer bütün darbecilerin yargılanması için elimden geleni yaparım. AMA, suçlulukları kamu önünde tescil edildikten, yani darbenin suç olduğu herkesin anlayacağı biçimde tasdik edildikten sonra, kıllarına halel gelmeden evlerinde veya mezarlarında istirahat buyurmaları için de çabalarım. İhtiyarları süründürmenin benim vicdanımda yeri yok. Onlarca insanın kanına girmiş, hayatları karartmış, insanları işlerinden, yurtlarından etmiş, toplumsal dokuyu parçalamış, Diyarbakır hapishanesinin, Mamak’ın sorumluluğunu taşımış da olsalar, kısasa kısas ve intikam duygularıyla hiçbir yere varılamayacağını bilirim. İntikam değil yüzleşme ve yargılama merhem olur acılara.
Ama bir şey daha var: Elimde yetki olsa sadece Evren ve şürekâsıyla yetinmem. Demirel’den başlayarak Sezer’e, Gül’e ve gelmiş geçmiş bütün Genelkurmay başkanlarına kadar, kimler bu zatı Çankaya’larda, Cumhuriyet balolarında, Genelkurmay resepsiyonlarında saygın kişi olarak ağırlamışsa; kimler resim adı altında pazarladığı onun bunun tablosundan aşırma boyamaları büyük paralara satın almak için kuyruğa girmişse, hangi medya mensubu bu zata saygınlık kazandırma, yıkama yağlama operasyonlarına çanak tutmuşsa, onları da “yardım ve yataklık”tan yargılarım.
İdamlara Ağlamak
En yürek dağlayıcı, en derin, en önemli konuları nasıl sulu zırtlak hale getirdiğimizin ve neden çözemediğimizin son örneği, Başbakan’ın AKP grup toplantısında 12 Eylül idamlarını hatırlatırken ağlaması ve bu sahneye Kılıçdaroğlu’nun, Bahçeli’nin, onlardan geri kalmamaya çalışan BDP sözcülerinin verdiği tepkiler oldu. Gözyaşlarının timsaha mı yoksa Oscar ödülüne layık bir aktöre mi ait olduğunu tartışıp duruyoruz.
Ben diyorum ki, keşke referandum kampanyasında malzeme olarak kullanmazdan çok önce, on yıllar önce, hep birlikte ağlayabilseydik darağaçlarında ölüme gönderdiğimiz çocuklarımıza. Keşke sadece onların ailelerinden değil, bu vahşet için bütün toplumdan özür dileyip bağışlanma isteseydik. Ve diyorum ki hiç değilse bugün, dağlarda, ileri karakollarda, Doğu’da Güneydoğu’da akan kanı durdurabilmek için hemen acilen birşeyler yapabilseydik de yıllar sonra bir başbakan, başka bir kampanyada, içinden gelerek ya da kampanya malzemesi olarak kullanmak zorunda kalmasaydı gözyaşlarını.
12 Eylül’le hesaplaşmak
Şu anayasa referandumunda ister evetçi, ister hayırcı, ister boykotçu olalım, 12 Eylül Anayasası’nda yapılmak istenen değişikliklerin 12 Eylül’ü tarihe gömeceği, o zihniyetle tam bir hesaplaşma olduğu yanılgısına düşmüyoruz her halde.
“Yetmez ama evet” demiştim geçen yazıda. “Yetmez” tarafı buydu işte. Referanduma sunulan değişiklikler, ordu-statükocu devlet vesayetini bir ölçüde geriletmeyi, hak arama yollarını genişletmeyi, millet iradesinin birbirini seçip duran kastlaşmış yargı kurumlarına üstünlüğünü sağlasa da (ki evet’im bunlaradır) yetmez. 12 Eylül’le hesaplaşma, o rejimin bütün kurum ve kuruluşlarını, 12 Eylül Anayasası’nın yurttaşın haklarını devlet karşısında korumak yerine devleti yurttaştan koruyan, yurttaşı tehdit sayan özünü değiştirmekle olur. YÖK’ü kaldırmakla, seçim ve siyasal partiler yasalarını temelden değiştirip demokratikleştirmekle olur. Vatandaşlığı Türklük üzerinden tanımlayan ruhuna dokunmakla, yani yepyeni, sivil, demokratik bir anayasayla olur.
Evetçiler Hayırcılar
Bölünüyoruz diye korkmayın; bölünme, daha doğrusu karpuz gibi ortasından yarılma, çoktan gerçekleşti. AKP’nin iktidara gelmesi, kendi derin iktidarlarını korumak için herşeyi göze almış olanları tetikledi. Mersin provokasyonu, Bayrak mitingleri, Hrant’ın öldürülmesi, darbe planları, vb. bu tırmanışın basamakları oldu. Ergenekon davalarıyla bu kıran kırana iktidar savaşında yeni bir evreye varıldı, cepheleşme ve yarılma keskinleşti, derinleşti. Askeri savaş stratejisinin özü cepheleştirmedir, bu başarıldı ve ne yazık ki solu da etkiledi. Ulusalcı CHP’ci sol bir yana, Marksist-sosyalist solun bağrına da hançer gibi saplandı.
Şimdi sol içinde birbirimizle evetçiler-hayırcılar kavgası yapıyoruz. En yakın çevremde, en yakın arkadaşlarım arasında akıllarına fikirlerine, vicdanlarına kendimden fazla güvendiğim hayırcılar var; benim gibi “Yetmez ama Evet” diyenler var; “işte budur” diyen tartışmasız evetçiler var. Tek tornadan çıkmış değiliz; kararlarımızda özel tarihimiz, çevremiz, mensup olduğumuz veya reddedip koptuğumuz ideolojik yapıların izleri, kişisel sempati veya nefretlerimiz rol oynuyor. Farklı düşündüğümüz, farklı karar verdiğimiz için birbirimizi karalamayı içime sindiremiyorum. İnternet sitelerinden izlediğim atışmalar; bölünmüşlüğümüzü derinleştiren, karşılıklı güveni aşındıran suçlamalar; hemen yapıştırılan AKP’li ya da Ergenekoncu yaftaları keder veriyor.
Herkes bildiğince, aklınca, gönlünce takılsın, yeter ki kendi hür iradesiyle, şu veya bu cephenin askeri olmadan takılsın diyorum ben. Referandum bir irade beyanıdır, irade özgür karar demektir. İrademize AKP düşmanlığının da, muhalefet yandaşlığının da ipotek koymasına izin vermeyelim; ister evet, ister hayır, ister boykot, nasıl oy kullanırsak kullanalım, yeter ki özgür olalım.