16 Mayıs 2012

Önce kendi şiddetimizle yüzleşelim

Uzun süredir başka olaylar, başka konular dolayımında, toplumu saran ve sarsan şiddeti konuşuyoruz...

Uzun süredir başka olaylar, başka konular dolayımında, toplumu saran ve sarsan şiddeti konuşuyoruz. Gündelik olaylar, çatışmalar, söylemler, ifadeler, tartışmalar hep bir şiddet ortamında, şiddetin diliyle sürüyor. Örnek mi? Başbakan şiddet ve tahakküm dili dışında dil bilmiyor, yabancı dil olarak eğreti ve yetersiz öğrendiği dilleri de çoktan unuttu. Devlet, “şiddet tekeli”ne sahip olmanın sağladığı ayrıcalığı fütursuzca ve şehvetle kullanıyor. Yargı, şiddet zihniyetinin uzantısı kararlarıyla adalet yerine şiddet dağıtıyor. Şiddet şiddeti doğuruyor. Uludere’deki kanlı şiddet PKK şiddetine; devletin ezme, yoketme operasyonları yüreklerde patlayan şiddete yol açıyor. Futbol maçları, derbiler şiddetin her türünün boy ölçüştüğü kanlı olaylara dönüşüyor. 1 Mayıs 1977 değerlendirmeleriyle hızlanan sol içi şiddet, devrimci şiddet tartışmaları, şiddeti tartışmak yerine, şiddet dilinin en kötü ve acımasız örneklerini sergiliyor. Yabancısı olduğum twitter dünyası, dolaylı izlediğim kadarıyla şiddet ve saldırganlığın kol gezdiği, insanların birbirinin haysiyetini, onurunu, kimliğini kırmak için elinden geleni ardına koymadığı dilsel ve zihinsel şiddetin üretildiği başlıca ortamlardan biri. Çocuklarının gözleri önünde öldürülen kadınların; töre cinayetine kurban edilen, ya da aralarında öğretmenlerin, üst düzey memurların, emniyet mensuplarının, vb. bulunduğu koca adamların toplu tecavüzüne uğrayan gencecik, küçücük kızların; yakınları tarafından işkenceyle öldürülen bebelerin ülkesi burası.  Hayvanlara yapılan korkunç eziyet haberlerinin insanlara eziyet haberleriyle gölgelendiği bir ülke. Bırakın çok eskilere gitmeyi, 1978-79 Maraş, Çorum, Malatya, 1993 Sivas katliamlarının yaşandığı; her birinde darağaçları kurulan, kan ve işkencenin meşrulaştırıldığı darbelerin ülkesi. Sağ’ın “Devlet için kurşun atan da kurşun yiyen de şereflidir” zihniyetinin solda “devlet” sözcüğünün yerine “devrim” sözcüğünün geçirilmesiyle dengelendiği; Türk milliyetçiliğinin “Her Türk asker doğar” beyin yıkamasının Kürt silahlı hareketinde “Her Kürt gerilla doğar”a çevrildiği, sürekli şiddet üretilen cennet vatanımız!

 

Şiddetin binbir yüzü

 

Şiddetin makyajlı makyajsız binbir yüzü, binbir şekli vardır. Şiddet uygulayanların, uyguladıkları şiddeti haklı gösterme ve olumlama gerekçeleri ise tektir: Bir davanın ya da bir kutsalın “yüce çıkarı ve zaferi”. Din uğruna, inanç uğruna, vatan-millet uğruna, devrim uğruna; vatanın, milletin, dinin, ideolojinin, kutsalın, devrimin, örgütün, partinin yüce çıkarları ve zaferi için uygulanan şiddetin hep bir ama’sı olur. Laboratuvarda deney hayvancığını kesip biçen bilim insanı, öldürmek kötüdür ama insanlığı amansız bir illetten kurtaracak ilacın keşfi için ne yazık ki gerekli, diye düşünür. Çocuğunu döven baba, “adam olması için gerekliydi” der. Kız aile kararıyla ölüme götürülürken “içimiz yanıyor ama aile namusumuzu temizlememiz gerek” der cellatlar. Soykırımların, toplu katliamların da, vatan, millet, Allah, din, inanç, ırkın arılığı gibi kavramlarla örtülen ama’ları olur. Saldırgan şiddetle savungan (savunmaya yönelik) şiddet çoğu kez birbiri içine geçer; haklı şiddet-haksız şiddet tartışmaları da öyle.

Sesin yükselmesi, bir tokat, bir yumruk ya da düşmanın, tutsağın, ötekinin kimliğini, kutsalını, değerlerini aşağılamak, dilini, dinini, inancını terk etmeye, değiştirmeye zorlamak şiddetin bir yüzüyse canlının bedenini örselemek, eziyet, işkence, öldürme en çirkin yüzüdür. Şiddet sadece kanla, ölümle ölçülmez, duygusal ve sözel şiddet de aynı yolun yolcusu, aynı ruh ikliminin ürünüdür. Ve işin en sonunda şiddetin her türü ötekini dize getirip zafere ve iktidara ulaşma, elde edilen iktidarı pekiştirme amacında buluşur.

 

İçimizdeki Şiddet

 

Son dönemlerin yüzleşme/hesaplaşma tartışmalarının konusu ne olursa olsun; ister Dersim’i, Ermeni tehcirini/kıyımını, darbeleri, ister İstiklâl Mahkemeleri’ni, 12 Eylülü, Diyarbakır-Mamak cezaevlerini, ister 1 Mayıs olaylarında solun iç şiddetini, ister davadan dönenleri domuz bağıyla bağlayıp diri diri gömen Hizbullah benzeri örgütlerin vahşetini, Maraş’ta, Çorum’da insanların gözlerini oyan, kadınların memelerini kesen, Sivas’ta canları diri diri yakan sağcı-dinci terörü, ya da yedi TİP’li gencin Çatlıgillerin emri ve Kırcıların cellatlığında iple boğularak öldürülmesini, ister Hrant Dink’in katledilişini, ister PKK’deki ve kendine sol diyen kimi örgütlerdeki iç infazları konuşalım, dönüp dolaşıp geleceğimiz yer şiddet olgusu ve şiddete karşı tavrımızdır. Bir yanda davadan döneni vurun emri ve uygulaması, öte yanda devletin ya da burjuvazinin ajanı yaftasıyla hain ilan etme ve infaz pratiği, kendi ama’larına dayanarak gelip aynı noktada buluşurlar. Çok eski ve güç bir tartışma olduğunu biliyorum; ama şiddetin haklısının olamayacağına, benim/bizimkilerin şiddetini meşru görürsek ötekinin şiddetini engelleyemeyeceğimize ve şiddet sarmalında debelenip duracağımıza her geçen gün, yaşadıklarımız ışığında biraz daha inanıyorum.

Geçmişin ve yakın tarihimizin olaylarını, sorunlarını, zihniyetini, ayıplarını, günahlarını her kesimin kendi yönünden ve kendi konumundan hareketle, kendi haklılığından kuşku duymadan deşip yüzleşmeye, heaplaşmaya başladığı şu günlerde, öncelikle her kesimin kendisiyle, kendi içindeki şiddetle yüzleşmesi gerektiğini düşünüyorum. Bunun Müslüman kesimdeki ilk örneğini 1 Mayıs’ta Antikapitalist Müslüman Gençler grubu ve onlara destek olan özgürlükçü Müslüman solun temsilcileri verdi. Grup adına açıklama yapan İhsan Eliaçık, alana gitmeden önce Fatih Camii’nde namaz kılıp yürüyüşe oradan başlamalarının nedenini 43 yıl önce 6 Filo’yu ve ABD emperyalizmini protesto etmek için toplanan gençlere yönelik kanlı saldırının Fatih Camii’ndeki namazdan çıkanlarca başlatılmış olmasıyla açıkladı. Bu henüz sağda da solda da rastlamadığımız bir yüzleşme, cesur ve namuslu bir özeleştiri ve şiddet reddiydi. Benzeri, diğer kesimlerden gelmedi henüz.

Şu günlerde tarihle, geçmişle hesaplaşma adı altında sürdürülen tartışmalar her kesimin karşısındakiyle, kendi varlığına ve iktidarına engel olarak gördüğüyle hesaplaşması olarak sürüyor büyük ölçüde. İktidarın; 28 Şubat müdahalesiyle, Balyoz ve Ergenekon davalarında simgesini bulan askeri vesayetle hesaplaşmak için gösterdiği heves ve coşkuyu 12 Mart müdahalesi için, 12 Eylül davasının iki diktatör eskisiyle sınırlı kalmaması için, faili meçhuller için, Hrant Dink, vb. davaları için, Uludere katliamı için gösterdiğine şahit olmuyoruz. Yine 80 öncesinin en kanlı olaylarından, cinayetlerinden sorumlu faşizan Ülkücü milliyetçi hareket ise, bireysel istisnalar bir yana, kendi şiddetini sorgulamaya yanaşmıyor, hatta kendi sorumluluğunu o dönemin solunun üstüne atmakta cuntacılarla adeta yarışıyor. Maraş katliamı sırasında ajan provokatör olarak oynadığı rol, olayların ardından devletin kendisini himaye altına alması, yüz operasyonu da gerçekleştirilerek çehresinin ve kimliğinin devlet tarafından değiştirilmesiyle tescil edilmiş milliyetçi-mukaddesatçı kişi, 12 Eylül davasına müşteki ve müdahil olarak katılıp hepimizle kafa bulurken, içinden çıktığı hareketin bugünkü uzantılarından ses çıkmıyor. Geçmişe bugünden bakıldığında hiçbir kesim, hiçbir hareket sütten çıkmış ak kaşık değil, ama kimileri bırakın sütü pisliğe bulanmış durumda ve toplumsal hafızanın unutkanlığında yuğup arınarak aramızda geziyorlar.

Geleceğe yürüyebilmek, şiddet sarmalından kurtulmak ve normalleşmek için, daha önce bir yazıda söylemeye çalıştığım gibi, karşıdakiyle hesaplaşmadan önce kendimizle yüzleşmemiz gerekiyor. Her kesim önce cesaretle kendisiyle yüzleşip özgürleşmeli ki ötekiyle hesaplaşabilsin. Bu konuda bagajı en yüklü olan öncelikle Sünni-Türk sentezli, vesayetçi-Kemalist devlet ile milliyetçi- faşizan sağdır. Yine de kendi mahalleme kıyak atmış olmamak için, bizim eski mahallenin, sosyalist solun şiddetle yüzleşmede başkalarını beklemeden ve suçlamadan adımlardan birini atmasını diliyorum.

Birbirimizi ufalamaya, alçaltmaya, suçlamaya yönelik, bizatihi şiddet içeren tartışmalar, dövüşmeler yerine eşiği atlamak, yenilenmek, geleceğe uzanabilmek için sosyalist solun ve Kürt hareketinin de şiddetle ve örgüt içi şiddet biçimleriyle aynı cesaret ve açık yüreklilikle hesaplaşması gerekmez mi? En azından bir ilk adım olarak dilimizdeki şiddeti, birbirimizi hırpalama şehvetimizi yenemez miyiz?

 

Söylemeden geçmeyeyim

 

Şiddet, önce dil ve düşüncede filizlenir. İlle de gırtlak kesmek ya da vurup öldürmek gerekmez. O en üst noktadır. Şiddet dilinin son birkaç örneği içime umutsuzluk ve kötümserlik yayıyor. Siyasilerin o korkunç atışma/dalaşma dilini kastetmiyorum. Son iki örneğin kahramanlarından biri; müziğinin, dehasının gerçekten hayranı olduğum Fazıl Say. Gerçi Say’ın çıkışlarına, azarlarına, aşağılamalarına alıştık, biraz da dehalar hesapız ve heyecanlı olur diyerek sineye çekmeye çalışıyoruz. Ama Türkiye’yi terketme ve Japonya’ya yerleşme tehdidine karşı Kültür Bakanı’nın “Aman yapma, etme, bizi bırakma” minvalindeki sözlerine verdiği “Bırak zevzekliği” cevabı beni gerçekten aştı. Say, ne yazık ki şiddet dilinin tam ortasından konuşma hakkını kendisinde buluyor. Bunu bireysel bir vaka olarak bir yana bırakalım. Diğer örnek benim açımdan daha önemli. Ömer Laçiner’in t24’te yayımlanan söyleşisindeki dil, hiç beklemediğim bir yerden de geldiği için şaşırttı ve irkiltti. Birgün gazetesi için, BDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder için, muhafazakâr kesimden bazı adlar için sarfettiği sözleri içime sindiremedim. Sola rezillik sıfatını yakıştırabilen zihniyet ve onun diliyle Birgün gazetesine paçavra diyen saldırgan dilin kaynağı aynı değil mi? Doğrudur, sol kendi içindeki farklı düşünceleri hazmetmekte hiç başarılı olmadı, iyi sınav vermedik. “Yetmez ama evet” tercihi çevresinde tarafların birbirine karşı tutumları hiç de saygılı ve özgürlükçü değildi. Yetmez ama evet’çiler zelil (aşağılık) olmakla itham edilirken, hayırcılar Ergenekoncu ilan edildi. Ama, “Biz onlarla bu dilde konuşmadık” derken tam da aynı höşgörüsüzlük ve şiddet dilini üretmek o dili kolay kolay terkedemeyeceğimizi de gösteriyor.

Ne dersiniz, önce ben de dahil hepimiz kendimizden ve kendi dilimizden başlasak mı şiddeti aşmaya!

Yazarın Diğer Yazıları

Romanını yazamadığım kahramanım Nazar

İnsan benim yaşıma gelip de birlikte yol yürüdüğü,  onlarla zenginleştiği dostlarını, arkadaşlarını yitirdiğinde sadece onların matemini tutmuyor, sadece onlara ağlamıyor. Her giden bizden bir parça koparıp gidiyor. Eksiliyoruz

Bir yazamama yazısı

Yazıyoruz, söylüyoruz, bağırıyoruz, feryat ediyoruz da ne oluyor, ne değişiyor! Anlamsızlık, yetersizlik, boşuna çaba duygusu

Çocukları kefene sokan ruh hastası ilkel zihniyet

ÇEDES'in amacı çocuklarda çevre duyarlılığını geliştirmek ise, ormanlarımızın, tarım topraklarının, doğal zenginliklerimizin nasıl yok edildiğini, açgözlü vahşi talan düzeninin doğal yaşamı nasıl katlettiğini öğretin

"
"