Türkiye yakın tarihinin en karanlık (belki de en tuhaf, en abuk demeliyim) günlerini yaşarken önemli tartışma dalaşma konularımızdan biri de Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın üniversite diploması olup olmadığı.
Cumhurbaşkanı seçilebilmek için üniversite mezuniyetini şart koşan seçkinci ve şekilci bir anayasa hükmü olmasaydı konu hiç tartışılmayacaktı. Ne var ki freni patlamış bir kamyon gibi uçuruma doğru son süratle giden ülkemizde, ana muhalefet partisi CHP, havanda su dövüp Tayyip Bey’in dört yıllık üniversite diploması olup olmadığı tartışmalarıyla oyalanmayı/oyalamayı siyaset yapmak sanıyor.
Tayyip Erdoğan’ın üniversite diploması olup olmadığı beni zerre kadar ilgilendirmiyor. Ama doktoralarını biraz kıskanıyorum doğrusu, çünkü doktora konusunda kuyruk acım var. Adamın 44 doktorası var, benim bir doktoram bile olamadı. Türkiye’de işçi sınıfının doğuşu konulu doktora tezimi hazırlamak için kütüphane kütüphane dolaştım, eski gazeteleri okuyabilmek için Arap harflerini, bir miktar da Osmanlıca öğrendim, yabancı kaynakları didikledim, Google’ın falan bulunmadığı döneme göre önemli bir araştırma ürünü sayılan bir tez yazdım. Gelin görün ki jürilerden iki kez yüksek notla geçen doktoram, iki kez fakülte profesörler kurulunca reddedildi. Red gerekçesi yoktu, kulağıma fısıldanan Türkiye İşçi Partisi üyeliğim ve sosyalist kimliğimdi.
Deniz Gezmiş ve dönemin öğrencileri, sağ olsunlar, dayanışma için rektörlüğü işgal edince, bana da Üniversite’nin arka kapısından çıkıp gitmek kaldı. Sonra kuruluş halindeki Hacettepe Üniversitesi’ne başvurdum ve kurucu rektör Doğramacı’nın “Bakın biz ne kadar demokratik bir üniversiteyiz, Oya Baydar’ı bile aldık” sözleriyle demokrasinin incir yaprağı “bile” olarak bu üniversitede ikinci bir doktora macerası yaşadım. Bu defa seçtiğim konu suya sabuna fazla dokunmuyordu. İstatistik bir tipoloji denemesiydi. Ne var ki, bu defa da tez kabul edildi, sadece formalite icabı jüri karşısında sözlü bir tez savunması kalmıştı ki, verilen tarihten birkaç gün önce, kürsüde ders anlatırken, dekanın öncülüğünde sınıfa giren silahlı askerler tarafından derdest edilip götürüldüm: Yıl 1971’di, 30 Mayıs’tı. 12 Mart askerî darbesi gerçekleştirilmiş, Nisan’da sıkıyönetim ilan edilmiş, ardından balyoz harekâtıyla aydınlar, akademisyenler, solcular tutuklanmaya başlanmıştı. Benim doktora yine güme gitti. Tahliye olduktan sonra da, üniversitenin de, doktoranın da canı cehenneme dedim, Danıştay’dan alacağım haklarımı falan da aramadım; akademik hayallere son verdim.
Fırsat bulmuşken kendi akademik fiyaskomdan söz etmemin nedeni Sayın Cumhurbaşkanı’nın üniversite diploması meselesi. Adam 44 kez doktor, üstelik de her söylediği sözle, her yorumuyla, her kükremesi, her saldırısıyla, düşünce kapasitesi, ideolojisi, kültür fukaralığından doğan aydın düşmanlığı ile gözlerimizin önünde işte. İlkokul mezunu olsa ne olur, üniversite mezunu olsa ne olur. Mal da, düzey de, kalite de apaşikâr meydanda.
Ne prof’lar görüyoruz biz!
İktidar kanadında az akademisyen, az profesör yok! En anlı şanlısı, üslubu, bilimi, yorumu evlere şenlik Burhan Kuzu. Bir başka Prof. var ki, bir keresinde televizyonda bir tartışma programında kendisini dinlerken gerçekten de kulaklarıma inanamamıştım. Bu kadar cehalet ancak tahsil ile mümkündür derler ya, vallahi bununki tahsil ile bile mümkün değildi. Dayanamamış bir yazı yazmış, bunları kimler mezun ediyor, hangi jüriden geçerek dr., doçent, profesör oluyorlar diye yazmıştım da ODTÜ’lü bir profesör “Bizden mezun ama çok şükür ki jürisinde ben yoktum” diye cevap vermişti.
Sadece iktidara yakın akademisyenlerden söz etmiyorum, daha birkaç gün önce Fatih’in İstanbul’u fethiyle ilgili, “ilkel, barbar, çapulcu güruhlar Doğu Roma’nın başkentini yakıp yıktılar”, mealinde bir yorum(!) yapan bir profesöre rastladık. Dekanın görevden el çektirme yazısı da, bir o kadar fikir fukarası, bir o kadar vahim hatalarla doluydu. On değil, yüz değil, binlerce benzer örnek verilebilir. Genelleştirmek istemem ama bugün birkaçı hariç üniversitelerimiz, ‘de’, ‘da’ eklerinin ne zaman ayrı ne zaman bitişik yazılacağını, Türkçe’nin yazım kurallarını bile bilmeyen, bırakın ilimi bilimi ilkokul düzeyinde eğitim yoksunu nice proflarla dolu. Zihniyet ve ahlak fukaralığından hiç söz etmiyorum.
Tayyip Bey’e gelince
Cumhurbaşkanı’nın fikir düzeyi, bilimsel kafa ölçeği, lumpen üslubu ortadayken, biz neyi tartışıyoruz ey muhalefet? İlkokul mezunu olsa ne fark eder, ordinaryüs olsa ne fark eder! Adam aynı adam, mal aynı mal. Marmara Üniversitesi rektörlüğü uzun bir açıklama yapmış; bir zamanların muhasebeci falan yetişiren Yüksek Ticaret okullarının (farklı dönemlerde farklı adlar aldılar) 1983’te Üniversite bünyesine katıldığını, dolayısıyla da eski mezunların da üniversite mezunu sayıldığını anlatmaya, kamuoyunu Sayın Cumhurbaşkanı’nın üniversite diploması olduğuna iknaya çalışıyor.
Bence rektör hiç kendini üzmesin, muhalefet de hiç uğraşmasın. Keşke Cumhurbaşkanımız ilkokul mezunu olsaydı da böyle olmasaydı.
Derdim; ilimi, bilimi, eğitimi küçümsemek, hele de kitle kuyrukçuluğu (popülizm) yapmak değil. Ben eğitimin, bilimin, kültürün insanlığın yüce değerlerini yaratan kaynaklar olduğuna inananlardanım. Ne var ki: Birincisi, ülkemizde eğitim ve kültür düzeyi, ilkokuldan başlayarak, özellikle de üniversitelerde yerlerde sürünüyor. İkincisi, sadece eğitimle -hele de bu kötü eğitimle- hiçbir yere gelinemeyeceği, şekil 1’deki gibi apaçık görülüyor.