Yazının başlığı, Cumhuriyetin 100. yılında Türkiye halkının mahkûm edildiği toplumsal siyasal düzenin özetidir. Başlığı zenginleştirebilir, uzatabiliriz: Devlet kurumlarını lumpen çetelere, tarikatlara, cemaatlere teslim et, mafyayı koruyup kolla, anayasayı tanıma, ülkeyi ve milleti birbirine düşman cephelere böl, doğal kaynakları kurut, milletin malını sat sav, cehalete prim ver, soyguncuyu vurguncuyu koru vb...
Ogün Samast'ın tahliye edilmesi toplumda öfke ve tepki yarattı. Neden şaşırdınız? Hrant Dink'in katilinin salıverilmesi, Devlet Bahçeli'nin "Dava arkadaşımız" dediği, bağrına bastığı, sonra da işe koştuğu mafya babalarını, çete reislerini, bilumum haşeratı kodesten çıkarmak için dayattığı "İnfaz Yasası" adı altına gizlenen affın doğal ve hukukî sonucu... Samast'ın tahliye gerekçesi iyi halinin görülmüş olması. Demek ki Kavala'nın, Demirtaş'ın, Kışanak'ın, çoktan tahliye edilmesi gereken Celalettin Can'ın, diğerlerinin; yani rejimin rehinelerinin "iyi halleri" yokmuş! Bu rejimde katiller, mafya babaları, uyuşturucu tacirleri, çocuk istismarcıları, kadın katilleri hep "iyi halli"dir… Ogün Samast'ı dışarı çıkartan Bahçeli affından bu "İyi çocuklar" yararlandı ve yararlanacaklar.
Sen tetiği çekene değil, çektirene bak
Gökçer Tahincioğlu, T24'teki yazısında o sırada henüz 18 yaşında bile olmayan Ogün Samast'ın, 2011 yılında yeniden yargılanırken mahkemede verdiği ifadeden alıntıyla, onun ağzından aktarıyor: "Beni bu sürece getirenler nerede, kim onlar?... Provokatör ben miyim? Bu manşetler, bu yazılar… Halkımıza bunlar vatan haini, devlet düşmanı, bize küfreden, bizi aşağılayan bunlar, diye hedef gösteren ben miyim?" diye soruyor Samast.
O yıllarda, Hrant'ın yargılandığı mahkemeleri izledim. Bazı davalarda Aydın (Engin) da Hrant'la birlikte yargılanıyordu. Mahkemelerdeki atmosferi bugün bile kâbus gibi hatırlıyorum. Birine Veli Küçük de katılmış; Hrant, "Veli Küçük'ü görünce ilk kez korktum, iş daha derinlere gidiyor" demişti. Müdahil (sözde) avukatların başında, ülkücülerin kurdurduğu Büyük Hukukçular Birliği'nin başkanı sıfatı taşıyan Kemal Kerinçsiz vardı. Küçücük bir oda olan mahkeme salonunda sanıklara bozuk para, tükenmez kalem fırlatılıyor; mahkeme binası dışında Perinçek taifesi Hrant ve Ermeniler aleyhine tezahürat yapıyor; kimi light faşistler "vatan haini" pankartları açıyordu. Durum o kadar tehlikeliydi ki, yargılananlar ve avukatları mahkeme kapısından otobüslere bindirilerek kaçırıldılar.
Uzun söze gerek yok; Hrant Dink'in katlinde tetiği çeken Ogün Samast, bu cinayetin en az suçlu olan unsurudur. Tetiği çektirenler; aynı dönemde benzer cinayetleri de planlamış olan derin devlet güçleri ve Dink cinayetinde örgüt görmeyen yargı, -ister Fetullahçı ister Ülkücü hiç fark etmez- o karanlık derinlere hükmedenlerdir.
Bu ülkede siyasal iktidarlar, partiler, siyasetçiler, tetikçiler değişir ama Türkiye'nin açık ara en has, en namuslu, en vicdanlı, en barışçı evladı Hrant'ı aramızdan ayıran zihniyetin taşıyıcıları değişmez.
Yerli ve millî sporumuz
Bugün, devlette ve siyasette rezalet diz boyunu aşmış durumda. Çürüme hiç bu kadar aleni¸ pervasız, utanmasız ve yaygın olmamıştı. Çeteler devlet kurumlarını böylesine sarmamıştı.
İşin temeline, özüne inecek olursak Türk-İslam (Hanefî) sentezi olarak tarif edilen zihniyet ya da ideoloji bu devletin kuruluşundan beri değişmedi. Ermeniyi, Rumu, Yahudiyi, tüm azınlıkları, Kürdü, Aleviyi, farklı din, dil, kültürden olanı sindirmek, tepelemek, susturmak, hakkını talep etti mi yok etmek yerli ve millî sporumuzdur. Bu spora katılmayanlar yerli ve millî sayılmazlar, teröristtirler, (ki Anayasa Mahkemesi Başkanı da bu zihniyete göre terörist) haindirler, katli vacip olanlar kümesine girerler.
"Tek Adam" rejimi bu sporun teşvikçisi, destekçisi, sponsoru konumunda. Baş antrenör ise Devlet Bahçeli. Cümle aleme hakaret, küfür, lanet yağdırırken televizyonda yüzünü inceliyorum. Kin, nefret, öfke ve tehdit sadece söylemine yansımıyor, yüzünden akıyor, mimiklerinden fışkırıyor. Sağlıklı bir insan bu kadar kin ve nefretle dolu olabilir mi? Soruyu başka türlü soracak olursam: Bir ülke klinik bir vakaya ve kendi bekasını vakanın desteğinde gören Tek Adam'a teslim edilebilir mi?
Samast'ın iyi halden tahliyesi açık bir gözdağıdır
Anayasaya darbe krizi ile Samast'ın tahliyesinin, Bahçeli'nin Anayasa Mahkemesi başkanını "terörist" ilan eden hadsizliğinin, can dostu mafya babasının ortaya çıkıp ona buna tehditler savurmasının, İsrail'i protesto için kafe basan yerli ve milli lumpenler ile Hamas militanı üniformaları içinde arzı endam eden yüzlerin, maskeli HÜDA PAR'lı tiplerin birbirinden bağımsız olduğunu düşünmüyorum. Hepsi aynı zihniyetin şahlanışının ve gözdağı vermeye yeltenmesinin yansımaları.
Bizlerden ırkçı, milliyetçi, şoven Türkçü, ayrımcı, kötücül zihniyetin temsilcilerine boyun eğmemiz isteniyor, gözdağı veriliyor. Bu gidişata "Dur" demek isteyenler tehdit ediliyor. En vahimi, toplumsal doku çürüyor dağılıyor. Bunun anlamı: Maddî, manevî, duygusal bölünmenin bir daha "Biz" olamayacak düzeylere varmasıdır.
Suç duyurusunda bulunuyorum: Muhalif olan herkesi ikide bir bölücülükle itham eden gerçek bölücüler, milleti karpuz gibi ortasından yarıp sonra dilim dilim kesiyorlar. Devleti, ülkesi ve milletiyle bölüyorlar. (Anayasa Madde 3)
İyi de ne yapmalı?
Bu aşamada benim tek bir cevabım var: Kitle hareketi. Her yerde, her yanda, demokrasiye ve özgürlüklere her saldırıda, bizi bölmeye yeltenen her söz, her karar, her adımda suç mahalinde, yollarda, sokaklarda, meydanlarda, medyada demokratik hakkımızı kullanıp barışçı protestolarla şer kuvvetlerini geriletmeye çalışmak. On kişi olursak görülmeyiz, yüz kişi olursak önümüzden bakıp geçerler, yüz binler, milyonlar olursak, gerilerler.
Netanyahu anayasal hakları budamaya kalkıştığında 9 milyonluk İsrail'de yüzbinlerce kişi her hafta bıkmadan usanmadan yürüdü. Onlar şimdi de Netanyahu'nun Gazze'de sürdürdüğü soykırıma, Filistinlilere karşı işlenen insanlık suçlarına ses yükseltiyorlar. Eninde sonunda, büyük acılar pahasına da olsa kazananlar onlar olacak, Netanyahugiller gidecek.
Biraz cesaret, biraz hareket, bir ölçek de umut. Örnek alalım diyorum.
Oya Baydar kimdir?
Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi.
Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı.
1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı.
Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı.
Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi.
1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye'de ilk üniversite işgali eylemi oldu.
1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı.
Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı.
12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı.
Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı.
Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu.
Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı.
Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı.
İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü.
Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu.
2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi.
Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24'te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor.
ESERLERİ
Roman
Allah Çocukları Unuttu (1960) - Savaş Çağı Umut Çağı (1963) - Kedi Mektupları (1997) - Hiçbiryer'e Dönüş (1999) - Sıcak Külleri Kaldı (2000) - Erguvan Kapısı (2004) - Kayıp Söz (2007) - Çöplüğün Generali (2009) - O Muhteşem Hayatınız (2012) - Yolun Sonundaki Ev (2018) - Köpekli Çocuklar Gecesi (2019) - Yazarlarevi Cinayeti (2022)
Deneme
- Surönü Diyalogları (2016)
Öykü
- Elveda Alyoşa (1991) - Madrid'te Ölmek - Mırınalı Madride (2007)
Anlatı
- Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014) - Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk - Oya Baydar ile Nehir Söyleşi (Ebru Çapa ile, 2018) - 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri (2021)
|