Benim gençliğimde 8 Mart Dünya Kadınlar Günü, emekçi kadınlar günü olarak kutlanır, komünist işi sayılır, soruşturmaya kovuşturmaya uğratılırdı. Günün amacı, bütün dünyada işçi-emekçi kadınlar üzerindeki katmerli sömürüye dikkat çekmek, kadınların, özellikle de emekçi kadınların taleplerini duyurmaktı. Sonraları; anneler günü, sevgililer günü, şu günü, bu günü serisinden, patronların kadın işçilerine karanfil dağıttığı (sonra da hamile diye, çocuklu diye) işten attığı, siyasilerin kadın üzerinden propaganda imkânı bulduğu, karısını döven herifin kadına hediye aldığı, bir de benim gibi nostaljiklerin o eski güzel mücadele günlerinin anısını paylaşmak için birbirlerini aradıkları içi boşaltılmış, sıradan günlerden birine dönüştü.
Son günlerde “Kabataş olayı” ısıtılıp yeniden gündeme getirilmeseydi, hele de iktidar ve Tayyip Erdoğan yanlısı gazetelerde 13 köşe yazarının aynı başlıkla (Diliniz Kaba, Vicdanınız Taş başlığıyla) yayınlanan yazıları olmasaydı 8 Mart için yazı yazmayacaktım. Ama bugün, örtülü örtüsüz, inançlı inançsız, AKP yanlısı veya karşıtı bütün kadın arkadaşlarıma, kız kardeşlerime seslenmek istiyorum: Kendimizi eril iktidara kullandırmayalım; erkek egemenliğinin iktidar aracı, siyaset maşası, savaş borazanı olmayalım.
Örtünmeyi de açılmayı da erkekler emrediyor
Modern Türkiye’de siyasal- ideolojik- kültürel mücadelenin en kullanışlı aracı her zaman kadın kimliği oldu. Kadın bedeni ve örtünme, toplumu düşman cephelere ayırmanın, eril iktidar savaşının, siyasal rant mücadelesinin simgesi kılındı. Başörtüsü iktidar kavgasının bayrağına dönüştü. Her inanca (inanmamak dahil) açık, saygılı, özgürlükçü laiklik yerine devlet dini, ya da devletleştirilmiş Sünni İslam üzerine kurulu buyrukçu ve otoriter laiklik anlayışı Kemalist Cumhuriyet’in ve Cumhuriyet elitlerinin iktidarının temel taşlarındandı.
Kadının örtünmesi, özellikle başörtüsü; “ gerici, cahil” halkın değişmesi gereken, şık olmayan, çağdaş olmayan bir alışkanlığıydı bu anlayışa göre. Böyle bir çevrede yetiştiğim için o bakışı, o halk küçümsemesini, tek doğru yaşam tarzı bizimki anlayışını, öğretmen edâlı üsttenci tavrı iyi bilirim. Örtülü halk kadınına ancak temizlikçi olarak tahammül edebilenler tesettürlü kadının toplumda kendisiyle aynı düzeyde yer almasına, eşiti olmasına izin veremezlerdi. Başörtülü kızların üniversitelere girmelerine gösterilen direnç, ikna odaları, vb. sadece Cumhuriyet elitlerinin ideolojik bağnazlıklarından değil, bir yanıyla da sınıfsal olan iktidar mücadelesinden kaynaklanıyordu.
Zamanlar değişti; ayrımcı, otoriter, baskıcı laiklik anlayışı iflas etti. Ama iktidarın Sünnî İslamcı yeni sahiplerinin kadının örtünmesi- açılması üzerinden siyaset yapmaları, başörtüsünü mızraklarının ucuna “mağdur Müslüman kadınların” bayrağı olarak takmaları değişmedi.
Şimdi durup düşünelim: Bize örtünmeyi ya da açılmayı önerenler, dayatanlar, örtülü örtüsüz ayrımını kitaplara, yasalara, zihniyetlere işleyenler kimler? En başından beri, Allah’ın emri, Peygamber’in hadis’i diyerek konuyu inanç hanesine sokanlar, ahlakı namusu örtünmeyle açıklayanlar, kadın konusunda yumurtladıkları herzelerle örtülü Müslüman kadınları da isyan ettiren ipe sapa gelmez derin hocalar, din uleması hep erkek değil mi? Öte yandan devrim diye, Kemalizm diye, asrîlik, ilericilik, vb. diye örtülü kadının toplumda yerini almasını kimi zaman yasalarla, kimi zaman siyasal, kimi zaman kültürel baskılarla engelleyenler, kısaca örtülü-örtüsüz ayrımını biz kadınların bakışına, zihniyetine yerleştirenler yine muktedir erkekler değil mi?
İktidar erkektir kardeşlerim ve o eril iktidar kadını da biçimlendirir. Kadın (çoğunlukla) iktidarın yanında, kuytusunda, korumasında, o eril zihniyeti içselleştirir, birbirinin kurdu bile olur.
Kabataş’ta ne olmuştu?
Gezi protestoları sırasında Kabataş’ta örtülü genç bir annenin saldırıya uğraması olayı/haberi/ iddiası tam da unutulmaya yüz tutmuş, kapanmış, kapatılmışken şu günlerde yeniden gündeme girmesi, anlatmaya çalıştıklarıma iyi bir örnek.
İktidarın, özellikle de Tayyip Erdoğan’ın sinir uçlarına dokunan, iktidar kanadında akla ziyan paranoyak kurgulara yol açan, AKP’nin kurmaylarının kimyasını bozan dolayısıyla da soğukkanlı, akılcı bir kriz yönetimi yapamayıp çuvalladıkları Gezi olaylarının tahlili bu yazının konusu değil. Gezi’nin, içinde her türlü muhalefeti ve niyeti barındıran, çok çeşitli siyasal kanat ve bileşenleri olan, her birinin Gezi’yi kendine mal etmeye çalıştığı yapısını hatırlatmakla ve yekpare bir Gezi yoktu, demekle yetineyim. Başlarında emekli generallerle, darbe özlemcileriyle, Harbiye marşıyla yürüyen gruplar da, Mustafa Kemal’in Askerleri de, feministler, antikapitalist Müslümanlar, her çeşit ve örgütten sosyalistler, Yeşilciler, bağımsız gençler, vb., vb. oradaydılar.
Olaylar sırasında, ülkedeki çatışma atmosferinden beslenen fanatiklerin, darbeciliği ve diktatörlüğü devrimcilik sananların, kendini bilmezlerin çevrede gördükleri örtülü kadınlara, öteki saydıklarına laf attıklarını, sataştıklarını biliyoruz. Kabataş’ta otobüs durağında eşini beklemekte olan örtülü genç kadın da aynı muameleye maruz kalmış olabilir. Ancak hikâye bu değildi. O zaman başbakan olan Tayyip Erdoğan, “Toplumun yüzde 50’sini sokağa çıkmaktan zor alıkoyuyorum”, diyerek iç çatışma tehdidi savururken Kabataş olayını, en ağır ithamlarla ve Tarantino filmlerindeki sahnelere taş çıkartacak şekilde, mağdurun ağzından naklediyordu. Daha sonra bu anlatım iyice allanıp pullanacak; Türkiye kamuoyu, belden yukarısı çıplak, bandanalı, deri eldivenli 60-80 kadar erkeğin o genç kadını yere yıktıklarını, arabadaki bebeğin yere düştüğünü, kadını yerde sürüklediklerini, üzerine idrarlarını yaptıklarını -hatta bir versiyona göre cinsel organlarını sürttüklerini, vb. vb duyacaktı.
Çok yazıldı, çizildi. Kabataş’ın ortasında, iskelelerin karşısında, en kalabalık bir saatte böyle bir olay mümkün olabilir mi? Hadi diyelim ki saldırganlar özel bir sadist grubuydu (çizilen tabloya göre bir film setinin figüranları), gözü dönmüş Gezici çapulculardı, peki Türkiye halkı bu kadar vahşi, duyarsız, ahlaksız mı da kimse müdahale etmemiş, kimse mağdurun imdadına koşmamış, kimse sonrasında ortaya çıkıp şahitlik yapmamış, kimse görmemiş! Öte yandan, mağdurun elindeki adlî tıp raporunun bulguları da anlatılan olayı doğrulamadığı gibi, Zehra Hanım’ın olaydan sonra kocasıyla buluşmasını gösteren video kaydında da, başından böyle bir şey geçmiş bir görüntü yok.
Peki ne oldu Kabataş’ta? Örtülü genç kadın üzerinden -o genç anne de saygısızca, vicdansızca kullanılarak- iktidarı kurtarma, Başbakan’ın eline koz verme oyunu oynandı. Bu oyuna, şimdi tartışmaların ortasında yer alan bazı kadın gazeteciler de alet edildi. Ben onların, olaya başta inandıklarını, kendilerini de aynı mağdur kesimde görmenin de etkisiyle konuya vicdanlarının sesiyle yaklaştıklarını düşünüyorum. Neden anlatılanları aklın süzgecinden geçirmediler, neden soru işaretleri olmadı, neden “kadının beyanı esastır” ilkesine sığınmanın bu çok özel olayda gerçeğe varmaya yetmeyeceğini düşünmediler? (Ben de bir kadın olarak “Tayyip Bey, ya da bir başka Türk büyüğü beni taciz etti” falan desem ve bunun hiçbir kanıtı olmasa benim beyanıma da inanılacak mı?) Bence bu soruların cevabı, hepimiz için geçerli olan bir psikolojik durumda yatıyor: seçici algıda. Hepimiz kendimizi özdeşleştirdiğimiz gruba, kendi yakınlarımıza, kendi siyasal-ideolojik çevremize inanmaya yatkınızdır. Acabalarımız siyasal yandaşlıklarımıza göre azalır ya da çoğalır.
Kabataş olayı, eril iktidarın kadın üzerinden, özellikle de örtülü kadın üzerinden yürüttüğü bir algı operasyonuydu. Kadınların kullanıldığı bir operasyon. Ne yazık ki öyle de sürüyor.
Eşeğini dövemeyip semerini dövmek
Şimdi bir kesim; Kabataş’ı haberleştiren, olayın kahramanı/mağduru Zehra Develioğlu ile söyleşiler yapan, anlatılanları allayıp pullayarak yazan AKP yandaşı kadın gazetecilere parmak sallıyor; yalan haber yaptıkları, halkı tahrik ettikleri için yargılanacaklarını îma ediyor. İktidarın yazarları ise bu örtülü kadın gazetecileri, yazarları destekleme kampanyaları yapıyor. Yine kadın kullanılıyor ve yine örtülülük üzerinden ve yine örtülü-örtüsüz kadın çatışması körüklenerek… (Bu arada, artık kampanya yazarlarının bile Kabataş hikâyesine inanmadıklarını; bir şeyler olmuştur, başka yerlerde de oldu ama tam böyle olmayabilir, ben de kendimi rahatsız hissettim, vb. türünden sözlerle yetindiklerini hatırlatalım.)
Kabataş olayı ve onu haberleştiren, yazan, konuşan kadın yazarlar, iktidar yalakası bu adamların umurlarında değil aslında. İşin ucu, bu hikâyeyi kara propaganda ve algı operasyonu malzemesi yapmayı sürdüren devrin başbakanı günün cumhurbaşkanı Erdoğan’a dokunmasa, bir de seçim sathı mâiline girilmiş olmasa bu netameli konuya değinmezlerdi bile.
Hepimiz, örtülü gazeteci kadınları suçlarken de savunurken de eşeğimizi dövemediğimizden semerini dövüyoruz. Kabataş ve benzeri hikâyelerin ardındaki, kadını kendi iktidarının aracı olarak kullanan bunu da başörtüsü üzerinden yapan eril zihniyeti göz ardı ediyoruz.
Örtülü örtüsüz, dindar dinsiz, hangi kesimden olursak olalım, kendimizi iktidar kavgasının araçları olmaktan koruyalım. Bizim bedenimiz, tesettürümüz, başörtümüz ya da açıklığımız, çıplaklığımız üzerinden siyaset yapmalarına, daha da vahimi toplumu bizim üzerimizden bölmelerine, ayrıştırmalarına olanak tanımayalım. Bu adamlara kendimizi kullandırmayalım.