Önce Tunus’ta, ardından Mısır’da ve çorap söküğü gibi diğer Arap ülkelerinde halk kitleleri birbiri ardına ayaklandı. Gerek milyonlarla ölçülen kitleselliği, gerek şiddetten uzak kalabilmesi, gerekse Tahrir meydanında toplananların çeşitlilik içindeki birlikleri, örgütlenme biçimleri ve kararlılıklarıyla bütün dünyayı şaşırtan ve saygı uyandıran Mısır’daki halk ayaklanması diğerlerinin arasından öne çıktı. Bizler ise, adetimiz olduğu gibi, her şeye kendi dar siyasal penceremizden, iktidar ve seçim hesaplarımızdan bakıyoruz yine. Mısır’da olanlara devrim denebilir mi, heyecanlanmak gerekir mi, Türkiye halk ayaklanmalarıyla sarsılan Ortadoğu ve Arap ülkelerine rol modeli olabilir mi, orada olup bitenlere öykünüp acaba iktidara karşı bir şeyler örgütlenebilir mi (darbeyi beceremedik halk ayaklanması verelim) türünden bitmez tükenmez tartışmalara daldık.
Benim kuşağımdan olup da Marksist-Leninist soldan gelenler çok iyi hatırlarlar; özellikle 1970-1980 arasında “devrim” meselesini çok okumuş, çok tartışmış pratiğini başaramasak da teorisini en ince ayrıntılara kadar öğrenmiştik. Az tartışmamıştık Türkiye’de devrimci durum var mı yok mu diye; fraksiyonlara ayrılmış, birbirimize düşmüştük. Yönetenlerin artık yönetemedikleri, yönetilenlerin ise eskisi gibi yönetilmek istemedikleri “devrimci durum”un, önce halk ayaklanmasına yani isyana, oradan da devrime varması için gerekli koşulları birer birer sayardık.
Mısır örneğini düşünürken bütün bunları hatırladım. Bir de devrim, yani inkılâb (révolution); evrim, yani tekâmül (évolution) kavramları üzerine düşündüm. Eskiden öğrendiğimiz ve düşündüğümüz gibi ikisinin birbirine karşıt değil birbirini tamamlayan, geçişli kavramlar olduğunu; tarihin adım adım ilerlerken o adımların sonucu olan devrimlerle sıçradığını kavradım. O adımlar atılmadan gerçekleştirilmeye çalışılan iradi (zorlamalı ve zora dayanan) yukardan siyasi devrimlerin bir süre sonra başarısızlığa uğradıklarını, bu başarısızlığın ya karşı devrimlere ya da diktatörlüklere yol açtığını ise hepimiz biliyoruz; bunların çoğu gözlerimizin önünde gerçekleşti.
Mısır örneği üzerinden süren tartışmalara gelince: Milyonları seferber eden halk ayaklanmasıyla kendini gösteren devrimci durumun devrime evrilmesi kolay olmayacak, bunu biliyoruz. Devrimin gerçekleşmesi, hareketi yönlendiren ideolojik-sınıfsal odakların hazırlığı, gücü, stratejik olgunlukları ve taktik becerileri kadar iktidardaki güçlerin iç ve dış dayanaklarına, daha da önemlisi tarihsel momente, yani zamanın ruhuna bağlıdır. Benim kuşağıma gençlik aşısı yapan ve dünyanın bütün devrimci güçlerine çoktandır unutulmuş coşkulu bir umut aşılayan Tahrir meydanında, sözcüğün ağır anlamıyla devrim gerçekleşmedi kuşkusuz; ama bunca yıldır baskılar altında susmuş, ezilmiş milyonların isyanı, halkların bilincinde ve benliğinde derin dönüşümler yaratarak, toplumsal devrime doğru adım attırdı. Devrimin sadece alt yapısal ve sadece siyasal bir sıçrama değil, aynı zamanda insanın ve kitlelerin değişip dönüşmesi olduğunu, bu değişimin devrim süreci içinde gerçekleştiğini gösterdi bizlere. Bunu görmez de Mısır’a kendi kafamızdaki modeli uygulamaya kalkarsak, Tahrir meydanı bizi heyecanlandırmaz ve umutlandırmaz kuşkusuz.
Öte yandan devrimci sürecin gelgitlerle, bazen ileri fırlayıp bazen duraksayarak, hatta karşı devrim hamleleriyle süreceğini görmemek; örneğin Mısır’da bir askeri dikta kurulursa, ya da “artık yeter” demekte birleşen güçler, nasıl bir toplum, nasıl bir demokrasi istediklerinde ayrışıp kendi aralarında bölünürlerse -ki çok mümkündür- “işte ben dememiş miydim” bilgiçliği taslamak, Tahrir meydanında simgeleşen yeni bir hayat atılımını değerlendirememek olur. Devrim on yılların bile değil yüzyılların işidir aslında ve hiç tamamlanmaz.
Yazının başlığına dönecek olursak: isyanlar devrimlere gebedir. Ve her gebelik gibi düşük ihtimali de, çocuğun sakat doğma ihtimali de vardır; ama çoğunlukla nur topu gibi bir bebek doğar ağrıların sonunda.
Peki Türkiye, devrimci durum yaşayan Mısır ve benzeri ülkelere rol modeli olabilir mi? İktidardaki AKP’nin pek hoşuna giden, omuzlarını kabartan bu türden söylemlerin sosyolojik bir değeri olduğunu sanmıyorum. Mısır halkı diktatörlük istemiyor, insan hakları, demokratik bir yönetim ve kendisini yönetecekleri serbest seçimlerle seçerek siyasal kaderinde söz sahibi olmak istiyor. Böyle bir model ise Türkiye’ye özgü değil; ayrıca çok daha ileri ve iyileri var bu modelin. Bir de, Türkiye’nin eksikli hatta zaman zaman ayıplı da olsa sağladığı demokratik gelişmenin ardında, düşe kalka gidilmiş, en az dört kuşağın mücadeleriyle geçirilmiş 100 yılı aşkın bir birikim var. Bu kadar eksiğimizle rol modeli olma hevesi veya hayali yerine, 21. yüzyıl dünyasının evrensel değerlerine uymak, bu değerleri daha da ileri götürmek ve başkaldıran halkların yanında yer almak daha önemli değil mi?
Bir de Mısır ve diğer ülkelerdeki kitlesel ayaklanmaları Türkiye’deki mevcut iktidarı düşürmek için model alan, bunun imasında bulunanlar var. Kitle desteğine sahip olmayan, demokratik yollarla, serbest seçimlerle iktidara gelemeyeceklerini bilen, tek umutları açık örtük darbelerde olanların bu türlü tehlikeli hayalleri üzerinde durmak bile abes.
İşin özü, 21. yüzyılda artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını kavramakta; değişimin dinamiklerini, yönünü anlamakta. Hele de Marksizmden gelen veya Marksizmden esinlenmiş kesimler sol nitelemesini kendilerine yakıştırırken Marksizmin herşeyden önce tarihsel-toplumsal değişimi açıklayan bir dünya görüşü ve yöntem olduğunu hatırlamak zorundalar. Tahrir meydanındaki milyonları harekete geçiren o örgütsüz örgütlenmenin yüz yıl öncesinin çelik çekirdekli örgütlenme modelleriyle ya da silahla değil, bilişim devrimin sağladığı olanaklarla gerçekleştiğini düşünmek bile, artık eski yöntemlerin, eski düşüncelerin geçerli olmayacağını gösteriyor. Tabii ki eskinin güçleri direnecekler. Bugün Tahrir meydanında yenilip yarın Çin’de Tien-Man meydanında yeniden ortaya çıkacaklar. Yeni dünyayı kuracak devrimci süreç onlarca yıl sürecek. Ama bir kez “artık yeter” demeye görsün halklar ve bir kez korkuyu umutla yenip kabuklarını çatlatmaya görsünler...
Dünya değişiyor, çağ değişiyor, düşünceler, inançlar, değerler, siyaset ve hatta devrim yapma tarzları değişiyor. Yüzyıllar öncesinin, on yıllar öncesinin ezberleri bozuluyor. Bilimsel-teknolojik devrimle küçülmüş olan dünyada artık her “yerel” evrenselleşme potansiyeli taşıyor. Evet; isyanlar devrimlere, devrimler yarınlara gebe.