13 Şubat 2023

Halk "biz" olmayı başardı, ya siyasiler?

Önümüzdeki günlerde yıkımını ve dehşetini daha iyi göreceğimiz felaketten iki önemli ders çıkarabiliriz: Halkın dayanışma, ortaklaşma yeteneğinin gerisinde kalan, güçlü bir birlik, güçlü bir muhalefet cephesi kuramayan, birleşip ortaklaşamayan siyasetin yenilgiye uğrayacağı

Yaşamakta olduğumuz büyük felaket; din, dil, mezhep, bölge, aidiyet, sınıf, zümre ayrımı gözetmeden, Türk, Kürt, Sünnî, Alevî, şu partili bu partili demeden toplumu birleştirdi. Ülkemizden umudu kesme raddesine geldiğimiz bir dönemde, halk inanılmaz bir dayanışma ve özveriyle "biz" olabileceğimizi gösterdi, umut verdi.

İktidarlarının bekasını toplumu bölerek, farklı kimlikleri, farklı inançları, farklı yaşam biçimlerini, farklı siyasetleri birbirine düşman ederek sağlamaya çalışanlar en azından bu aşamada yenildiler. İyilik, vicdan, insanlık kötücüllüğe, vicdansızlığa galebe çaldı. İktidardakilerin kin ve nefret söyleminin, böl-yönet siyasetinin toplumun çoğunluğunu kirletememiş olduğunu gördük.

Yardımlaşmayı, dayanışmayı, ortaklaşmayı engellemeye çalışanlar, yardımlara ahlaksızca el koyanlar, iktidarın beceriksizliğini, çaresizliğini, yetersizliğini gözlerden saklamak için yardımları kendi partilerine mâl etmeye çalışanlar, devletin beceremediğini gerçekleştiren gönüllülere, gerçekleri halka ulaştırmaya çalışan medya mensuplarına saldıranlar da var. Yalan haberlerle halkın öfkesini, tepkisini yabancılara, özellikle Suriyelilere yöneltmeye çalışan provokatörler de var. Maddî manevî çıkarları uğruna kara propagandadan, yalandan kaçınmayan siyasiler, onların kuyruklarına yapışmış küçük iktidar sahipleri ve kandırılmış kitleler de var. Varlar ama felaketi bizzat görüp yaşamış insanları kandırmaları artık eskisi kadar kolay değil.

Siyaset halkın ortaklaşmasından ders çıkarabilecek mi?

Halk "biz" olmaya hazır ve istekli olduğunu gösterirken siyasî partiler, siyasî kimlikler en geniş birliklere, en geniş ittifaklara hazırlar mı? Sözüm öncelikle bu konuda son zamanlarda kötü sınav vermekte olan Millet İttifakı'na.

Günün acısı ve heyecanı içinde bir süreliğine unuttuk ama deprem felaketinin hemen öncesinde Millet İttifakı perişan durumdaydı. İttifak metni, tutum belgesi falan çıkarmışlardı ama İYİ Parti'nin tavrı, ittifak çatladı çatlayacak bir görünüm veriyordu. İttifakı dağıtmanın vebalini yüklenmenin faturasının ağır olacağını bildiklerinden "biz artık yokuz" diyemiyorlardı ama Cumhurbaşkanı adayı konusunda uzlaşma yollarını tıkadıkları, HDP ile ilişkilere ambargo koydukları, vb. herkesin malumuydu.

Ülkü Ocaklı delikanlı TKP çadırından dağıtılan çorbayı içerken, ben MHP'liyim ama bize terörist bellediğimiz TÖP yardım etti, diyen vatandaşın sesini duyarken, yardım edenler ve yardım alanlar sen Kürt müsün, Türk müsün, Alevi misin, Sünnî misin, Suriyeli sığınmacı mısın kentin yerlisi misin, AKP'li misin HDP'li misin diye sormazken, iktidara talip olanların kendi aralarında dalaşmaktan vazgeçmemeleri başlı başına bir siyasî aymazlık.

Yaşanmakta olan faciadan ders çıkarabilirler mi, halkın "biz" olmaya ne kadar yatkın ve yetenekli olduğunu görüp kendi ayrımcılıklarını gözden geçirirler mi, mesela demir parmaklıklar arkasındaki Selahattin Demirtaş'ın tavrından, üslubundan, vicdanından ve yurt sevgisinden ders alırlar mı, göreceğiz. Ama bu ders alınmazsa, muhalefetin ilk görevinin ülkede ortak yaşamı kurmak olduğu kavranmazsa iktidara gelmeleri, gelseler bile yönetebilmeleri hayaldir.

Facianın insanî, maddî, manevî boyutları, yıkımın çapı çerçevesi öylesine büyük ki, siyasî ve toplumsal en geniş birlik sağlanmazsa, kimse enkazın altından kalkamaz. İktidar; yıkımı, halkın kabaran öfkesini, gitgide yükselecek tepkisini baskıları artırarak, sesleri kısarak şiddet yoluyla bastırmayı deneyecek. Seçimlere bu koşullar altında girilecek. Muhalefetin öncelikle kazanmak ardından da yönetebilmek için elindeki tek araç, çeşitli muhalefet güçleri, muhalefet ittifakları arasında kurulacak geniş ve güçlü birlik. Sadece oy için, seçim kazanmak için değil; kitlelerin hak ettiği ve örneğini verdiği "biz" olma hissiyatını güçlendirerek herkese güven vermek için…

Ayrıştırma, cepheleştirme siyasetinden hâlâ vazgeçmeyen iktidara güvenin büyük ölçüde sarsıldığı şu günlerde, "birlikte üstesinden gelebiliriz, hepimiz fedakârlık edersek, ayrımsız hepimiz elele verirsek aşabiliriz" duygusunu ve güvenini vermek, kazanmanın da yönetebilmenin de, geleceğe umutla bakabilmenin de olmazsa olmaz koşulu.

Devlet efsanesinin çöküşü

Uğradığımız felaket devletin sorgulanmasına yol açtı. Devlet miti/efsanesi çöktü, en azından büyük yara aldı.

Devleti, toplum düzenini kurallar çerçevesinde sağlamak, çeşitli kurumları aracılığıyla, yurttaşı koruyup kollamak, insanlara hizmet vermek için var olan bir aparatın / aygıtın ötesinde yüce bir makam, bir tapınç nesnesi olarak gösteren yanılsamanın teşhir edilmesinin tam zamanı. Hani "devlet çöktü" deniyor ve de bunu söyleyip yazmak suç sayılıyor ya, çöken: devlet aygıtının vatandaşa hizmetle yükümlü kurumları. Çöküşün nedeni iktidardakilerin (yani devleti yönetmesi gerekenlerin) yönetim anlayışları, zihniyetleri, ideolojileri, kendi çıkar ve iktidarlarıyla sınırlı dar vizyonları.

Adı bile Devlet olan MHP Genel Başkanı'nın "dava arkadaşı" çetelere teslim edilmiş bir devletin bu çapta bir doğal afetin üstesinden gelmesini nasıl beklersiniz! Yıllardır iktidarını pekiştirmek için yürüttüğü savaşları (hani şu "sınır ötesi operasyon" dedikleri), yarattığı düşmanları, komşu ülkelere yağdırılan bombalara, devlet bütçesinden beslenen yabancı askerlere harcanan milyarları halka "beka meselesi" diye yutturan Erdoğan iktidarının çürüttüğü kurumlardan bu çapta bir facianın altından kalkmasını nasıl beklersiniz!

Devleti insanüstü, kurumlar üstü bir yüce varlık olarak göstermenin nedeni, muktedirlerin kendilerini bu zırhın ya da paravananın ardında korumaya almalarıdır. Devleti yücelten, dokunulmaz kılan bütün ideolojiler, her yerde, her zaman muktedirlerin ideolojisidir. Bu ideoloji topluma zerkedilir ve masum insanlar bu ideolojiye kapılarak ölürler, öldürürler. Devlet kutsallaştırması faşist, faşizan, otoriter, totaliter bütün rejimlerin sığındığı illüzyondur. Faşist, komünist, sağ veya sol diktatörlükler bu noktada birleşirler.

Önümüzdeki günlerde yıkımını ve dehşetini daha iyi göreceğimiz felaketten iki önemli ders çıkarabiliriz: Halkın dayanışma, ortaklaşma yeteneğinin gerisinde kalan, güçlü bir birlik, güçlü bir muhalefet cephesi kuramayan, birleşip ortaklaşamayan siyasetin yenilgiye uğrayacağı. Ve, halkın hizmetinde bir araç, bir hizmet aygıtı olmayan devletin muktedirlerin kandırmacasından ibaret olduğu.

Oya Baydar kimdir?

Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi.

Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı.

1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı.

Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı.

Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi.

1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye'de ilk üniversite işgali eylemi oldu.

1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı.

Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı.

12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı.

Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı.

Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu.

Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı.

Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı.

İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü.

Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu.

2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi.

Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24'te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor.

ESERLERİ

Roman

Allah Çocukları Unuttu (1960)
- Savaş Çağı Umut Çağı (1963)
- Kedi Mektupları (1997)
- Hiçbiryer'e Dönüş (1999)
- Sıcak Külleri Kaldı (2000)
- Erguvan Kapısı (2004)
- Kayıp Söz (2007)
- Çöplüğün Generali (2009)
- O Muhteşem Hayatınız (2012)
- Yolun Sonundaki Ev (2018)
- Köpekli Çocuklar Gecesi (2019)
- Yazarlarevi Cinayeti (2022)

Deneme

- Surönü Diyalogları (2016)

Öykü

- Elveda Alyoşa (1991)
- Madrid'te Ölmek
- Mırınalı Madride (2007)

Anlatı

- Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014)
- Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk
- Oya Baydar ile Nehir Söyleşi (Ebru Çapa ile, 2018)
- 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri (2021)

Yazarın Diğer Yazıları

1 Mayıs'ta Taksim'e çıkamamanın sorumlusu kim?

45 bin polisin işe koşulduğu bir ortamda, eski gücünde olmayan sendikal hareketin, uzun yıllardır pasifize edilmiş, aş-iş-ekmek derdindeki emekçi sınıfları Taksim'e çıkarmaya niyeti vardı, ama gücü yoktu

Istakoz, Maldivler, pahalı saat muhalefeti AKP'nin AK'lanmasına yeter mi?

AKP kendi içinde bir muhasebeye yönelmek istiyorsa 2002 AKP'sinden 2024 AKP'sine adım adım nasıl gelindiğini; ıstakozu, Maldivler'i bir yana bırakıp Reis'in metaformozu ve Beştepe zihniyeti üzerinden düşünmek zorunda

"Kobane düştü düşecek"ten Kobane Davası provokasyonuna

Başta CHP, demokratik muhalefet bu davaya sahip çıkmak zorundadır. Yargının ne ölçüde siyasallaştığını, sadece Beştepe'nin değil tarikatların, cemaatlerin elinde olduğunu herkesin bildiği Türkiye'de "Yargı kararıdır, ne yapalım," demek ipe un sermektir, tezgâhlanan provokasyona su taşımaktır