Yıllar önce, nükleer savaşın sonunu anlatan çok etkileyici bir film izlemiştik: Buradan Ebediyete Kadar. O unutulmaz filmin, bir son sahnesi vardır: Nükleer felaket bütün dünyada hayatı yok etmiştir. Radiasyon dalgalarının ulaşmasına sadece birkaç saatin kaldığı uzak bir ülkede, annelerinin kucağında minicik bebeklerden bastonla yürüyen yaşlılara kadar bütün insanlar, görevlinin önünde sıra olmuş, ölümü acısız kılacak intihar haplarını beklemektedirler. Bu yaşayan ölüler, haplarını ve rahibin takdisini alıp ağır ağır geçip giderlerken, arka planda, ağaçlar arasına gerilmiş dev bir pankartın üzerinde “Hâlâ umut var kardeşim” yazısı okunur.
Umutsuzluğu, çaresizliği ve insanın ölüme giderken bile umuda olan ihtiyacını bundan daha iyi anlatan bir sahne düşünemiyorum. Son günlerin acılı gelişmeleri ve Kürt sorununda varılan noktada, üzerinde “Hâlâ umut var kardeşim yazılı”, yarısı yırtılmış o bez parçası sanki kafamın içine gerilmiş gibi.
Tam da, belki de birşeyler değişir, güç ve sancılı da olsa barışçı çözüme doğru adım atılabilir, bu yolda bazı işaretler de var, Türk kesiminin eli mahkûm, Kürt siyasi hareketi de ovada demokratik sivil siyaset yapmayı yavaş yavaş öğreniyor diye düşündüğümüz bir dönemde, zaten su alan teknemiz birden alabora oldu. Ne iktidar ne de muhalefet partilerinin artık oy kaygısı, seçim propagandası gibi mazeretlerin arkasına sığınabilecekleri seçimleri izleyen günlerde, başta iktidar partisi olmak üzere tekmil Türk siyaset erbabının sorunun özünü anlayamadıkları, anlasalar bile tutucu-milliyetçi damarlarının çözüme engel olduğu, barış alfabesinin a’sını bile okuyamadıkları, uzlaşma ve diyalog nedir bilmedikleri ve kolay kolay da öğrenemeyecekleri iyice ortaya çıktı. Aynı döneme rastlayan provokatif eylemler, saldırılar, operasyonlar, ölümler, kışkırtmalar, içten müdahaleler BDP’nin silahın vesayetini taşımayan barışçı demokratik siyasete girebilmesini engelledi. Ve sonra 14 Temmuz geldi: O meşum gün...
Türkiye’yi çok derinden sarsan, şer odaklarını harekete geçiren, Türk milliyetçiliğini azdıran ve örgütlü şekilde saldırganlaştıran karanlık Silvan katliamı gerçekleştirildi. Şimdi herkes, her taraf, suçu üstünden atabilmek, cinayeti ötekine yüklemek için; kendi haklılığını göstermek, haksızlığa ve saldırıya uğrayanın kendi örgütü, kendi askeri, kendi varlığı olduğunu cümle aleme duyurmak için; kendi ideolojik siyasi hattını, kendi savaşını yandaşlarına benimsetmek, safları sıklaştırmak, daha da kötüsü ötekine karşı bilemek, saldırganlaştırmak için, en hafif niteleme bilgi kirliliği yaymak ve yalana dayalı propaganda olabilecek bir psikolojik harekâta girişmiş durumda.
Çuvaldızı Kendimize Batırırken...
Türk devleti, AKP iktidarı, CHP, MHP ve diğerleri, ana akım Türk medyası, Türk yargı sistemi, Türk şovenizmi bu köşede defalarca ele alındı, eleştirildi, sergilendi. Yani kendi tarafıma çuvaldızı batırmaktan çekinmedim. Gerçek bir barışçıysam ve yazılarıma “vicdan yazıları” başlığı koymaya cüret ediyorsam, şimdi de son olaylar üzerinden iğneyi Kürt hareketine batırmaya cesaret etme zamanıdır.
Önce bir itiraf: Kürt arkadaşlarım yeterli saymasalar, beğenmeseler, zaman zaman kızsalar da , Kürtlerden yana tarafım ben. Çünkü elli yıllık sol geçmişimde, ahlâkımızın ve ideolojimizin emri hep mağdurlardan yana olmaktı. Mağdur olmanın tek başına haklılık doğurup doğurmadığı, mağdurun gün geldiğinde zalimden zalim olabileceği apayrı bir konu. Evet; peşinen söyleyeyim Kürtlerden, Kürt hareketinden yana tarafım. Ama son günlerdeki eylemler, Kürt silahlı hareketinin ve bazı liderlerinin buram buram savaş dili kokan, şiddet ve çatışma güzellemesi taşıyan açıklamaları, bu açıklamaların veya eylemlerin zamanlaması; bunlara teorik kılıf olarak, silahlı hareketin en yetkili ağızlarından yansıyan ve ne yazık ki dünyanın, bölgenin, ülkenin sosyo-politik gerçeklerini asla yansıtmayan, ninem zamanından kalmış ezberler, işte tam da bu nedenle: yani barıştan, demokratik çözümden ve bu çözümün hepimiz ama asıl Kürtlerden yana olmasını istediğimden beni hayal kırıklığına uğratıyor, inandırmıyor, aklımı, vicdanımı doyurmuyor. Burada bir yanlış var, diye düşünüyorum, Türkiye demokratik kamuoyuyla birlikte (ki bir avuçtur aslında) çözüme geniş bir vizyonla, savaş dilini susturarak yürümeyi -bu zor olanı- denemek yerine, kitleleri kışkırtacağı besbelli adımları peş peşe atarak, bu ülkenin Kürt, Türk bütün barışçılarını, demokratlarını, özgürlükçülerini köşeye sıkıştırmayı siyaset sayan zihniyete güven duymuyorum.
Bir çatışma varsa, birileri birilerini öldürüyorsa, orada iki taraf vardır. Bugüne kadar, devlete, hükümete, TSK’ya karşı, “operasyonlar dursun” diyen kaç yüz bildiri hazırladık, imzaladık, barışçı çözüm için kaç toplantı düzenledik, kaç toplantıya katıldık. Başımıza ne gelir, ne olur diye düşünmeden tabu konuları, Kürt halkının eşit yurttaşlık haklarını yıllardır sadece siyasi bir tavır olarak değil ahlaki ve vicdani bir ilke olarak savundum, savunduk. Kürt halkının hak taleplerini ve mücadelesini (kendi kaderini tayin ve ayrılma hakkı da dahil) savunmada hiç ikircimli davranmadım, davranmadık. Şimde de bir adım bile gerilemiş, sapmış değilim bu siyasi, ahlaki, vicdani konumumdan.
İşte bu yüzden, içinde çırpındığımız dramatik durumda, bizden 7 kişi değil sadece 2 gerilla öldü, ama biz “onları” ne biçim temizledik, on üçünü birden indirdik anlamına gelen savaş dilini kullanan resmi ağızlardan, Türk milliyetçiliği ve militarist Türk savaş baronlarıyla yarışmaya çıkan Kürt savaş lobisinden iki sorunun cevabını bekleme hakkını kendimde görüyorum.
Önce kolay bir soru: Operasyonlara karşı kendinizi savunmak zorundasınız, o operasyonlar zaten sizleri provoke etmek için, bugünkü ortamı hazırlamak için yapılıyor. Peki şehrin ortasında iki assubayı ensesinden kurşunlamak, ikisi asker biri sağlık görevlisi üç kişiyi kaçırmak, sonra da Türk ordusu neden bunları aramıyor, neden ilgilenmiyor diye gel gel yapmak nedir? Hele de son olarak Bayık’ın ağzından yayımlanan, “kaçırılan iki subayın ölümünden sorumlusunuz” sözleri, benzer eylemlere devam edileceği tehdidi... Ne yapılmak isteniyor?
İkinci ve daha önemli soru: Bu kadar çelişik ifade, bilgi, açıklama arasında; bir yandan BDP Meclis’e girebileceği, Ekim ayında yemin edebileceği sinyalleri verirken, öte yandan DTK demokratik özerklik ilan ederken (bu kargaşa içinde pratikte hiçbir geçerliliği olmayan karmakarışık hamasi bir propaganda metni), tartışmasız önder kabul edilen Öcalan Barış Konseyi için devletle anlaştığını bildirirken, Kandil’den ya da her neredense Bayık savaşın devam edeceği tehditleri savururken siz ne yapmak, neye ulaşmak istiyorsunuz? Ya da, siz kimsiniz, hangisisiniz? Yanınızda yer almış Türkiyeli demokratlar, barışçılar, ya da vicdanlarının sesini dinleyen sade insanlar olarak bilmek hakkımız değil mi?
“Kürt halkı ne istiyor?” diye soranlara eskiden ben de kızardım. Zaman zaman bazı zikzaklar da olsa talepler belliydi, haklıydı, tutarlıydı; kimileri anlamak istemiyorlardı sadece. Ama bugün, kimin ne dediğinin, ne istediğinin belirsizleştiği, Kürt siyasi hareketinin bir kanadının söylediğini ötekinin tekzip ettiği öyle bir kargaşa var ki, benim gibi komplo teorilerinden falan da anlamayan, derinlerden istihbarat sızdıramayan biz sıradan faniler anlamakta güçlük çekiyoruz.
“Bizim işimize karışmayın, bizi bölmeye çalışmayın” falan demeyin. Kendini aynı gemide hisseden gerçek dostlar, gemi batarsa kendilerinin de boğulacağını bildiklerinden soru sorma, anlamaya çalışma, gereğinde eleştirme hakkına sahiptirler. Birlikte yürüyebilmek için monolog ve dayatma yetmez, diyalog gereklidir.
Çözümsüzlük noktasına gelinen, 20 yıl öncesine dönülen şu karanlık günlerde, Sezen Aksu’nun o güçlü sözleriyle, “açık bir yara gibi” hissediyorum kendimi. Yıllardır barış umuduyla yaşayan, barış için karınca kararınca elini taşın altına sokmaktan çekinmemiş olan bizim gibiler, işte böyle acılı ve çaresiziz. Buradan Ebediyete Kadar filminde, son insanlar da ölüme giderken başları üzerinde sallanan “Hâlâ umut var kardeşim” yazısındaki ironi gündelik yaşamımızın parçası oldu. Bu noktaya varılmasında, hepimiz, en başta da Kürt siyasal ve silahlı hareketinin çeşitli kanatları kendi paylarını gözden geçirmek zorundalar. Kendi hattını hareketini değerlendirmek, kendisiyle yüzleşmek mayın döşemekten, pusu kurmaktan, adam öldürmekten daha fazla cesaret ister bazen. Kol kırılır yen içinde kalır özdeyişine de fazla itibar etmemek gerekir çünkü yen içinde kalan yaralı, kırık kol bir süre sonra cerahatlenir, kangren olur ve bünyeyi ölüme sürükler.