Başlıkta sayılanlar yerli ve millî sporlarımızdan sadece bazıları, üstelik kitlesel. Sadece şu veya bu kesime özgü değil; sağcısı solcusu, laiki, dindarı, yaşlısı, genci ötekine şiddet uygulamakta birbirleriyle yarışıyorlar. Ortak noktaları: Kendilerini iktidarda görmek…
İktidar deyince, sadece siyasî iktidarı kastetmiyorum, tabii ki bu en önemlisi ama ideolojik iktidar; yani Türk ulus devletinin her dönem egemen ideolojisini sahiplenmenin getirisi de yabana atılmamalı. Medyada bir köşe kapmak, televizyonlarda akil adam, kamu önderi vb. olarak, "hocam, hocam"larla koltuklanıp fetvalar yağdırmak da başka bir iktidar biçimi.
İktidar; her biçimiyle ve her düzeyde şu veya bu ölçüde fizikî ya da psikolojik şiddete açıktır. Şiddet her zaman muktedirin bizzat kendisi tarafından uygulanmaz. İktidar kümesinde yer alanlar veya kendilerini öyle sananlar, iktidardan nemalananlar, çevresinde dolananlar ötekine şiddet uygulamaya daha meyyaldirler. Somut örnek: AKP yandaşları… Cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında, kimi seçeceği sorulan tesettürlü genç hanımın cevabı işin özetidir: "Tabii ki Erdoğan. Eskiden hastanelerin kapısından giremezdik şimdi doktor dövüyoruz."
(İktidardan ne anlaşıldığını sayfa sayfa yazıdan daha iyi anlatan bu cevap, aynı zamanda Tayyip Erdoğan'ın ve partisinin aldığı oyları da açıklıyor. O genç kadın ve milyonlarca vatandaş/seçmen iktidarın başı Erdoğan'ın şahsında kendilerini de iktidarda hissediyorlar.)
İdeolojik iktidar ise toplumdaki egemen zihniyeti temsil eder. Siyasî temsilini ulusalcı, laik, faşizan ve ırkçı faşist parti ve yapılarda bulan bu zihniyet, Türk ulus devletinin temel ideolojisinden kaynaklandığı, halk kitlelerinin genetik kodlarına işlendiği için gücünü korumakta, geniş kitlelerde karşılık bulmaktadır.
Hakeme atılan yumruğun hatırlattıkları
Günlerdir bir futbol kulübü başkanının maçın hakemine attığı yumruk konuşuluyor. Özellikle muhalif medyanın en gözde konusu bu. Kulüp Başkanı AKP'li, ayrıca Cumhurbaşkanı'nın yakını. Yumruğu sallarken kendini iktidarın parçası ve koruması altında hissediyor. Tabii ki bu şiddet eylemini o anda düşüne taşına yapmıyor ama iktidar blokunun parçası olduğun içselleştirmiş. Adamın saldırganlığı, aynı kumaştan ve aynı bloktan olan TFF Başkanı'nın olayı yumuşatmaya, adamı aklamaya çalıştığı gibi şekerinin yükselmesinden falan kaynaklanmıyor. İktidarda olduğu için doktor dövmeye de hakem dövmeye de hakkı var!
Faruk Koca'nın, hakem Halil Umut Meler'e attığı yumruk
Ama beni asıl düşündüren: Benzer olaylarda, mesela AMED Spor'un maçlarında, oyunculara ve taraftarlara uygulanan çok daha ağır şiddetin spor camiasında, futbol kulüplerinde, hakemler arasında, -muhalif dahil- medyada birkaç cılız ses, birkaç yazı ve haber dışında önemsenmemesi, son olayın yüzde biri kadar tepkiyle karşılaşmaması.
Karşılaşmıyor, çünkü yukarda sözünü etmeye çalıştığım egemen zihniyet; yani derin devlet ideolojisi devreye giriyor: AMED Spor Kürtlerin kulübü olarak görülüyor. Maçı kazanırlarsa, zinhar devlet elden gider, vatan bölünür!
Ahmet Türk'ün yüzünde patlayan tokat
2011 yılında Muş'ta cereyan eden bazı olayların Samsun'da görülmekte olan davasını izlemeye gelen, o dönemde DTP Genel başkanı olan Ahmet Türk'e atılan tokat aynı bağlamda ele alınabilir. Türk'ü darp eden şahıs 67 gün hapis yattı, 7 bin lira para cezasıyla kurtuldu. Mahkemede, "Ben o yumruğu PKK'ye attım" diyecek ve ay yıldızlı tişörtüyle poz verecekti.
Şiddet eylemini alkışlayanlar arasında Atatürk ticareti ile de tanınan sapına kadar muhalif, laik, solcu, ulusalcı ünlü bir köşe yazarı da vardı. O günlerde Hürriyet'te çıkan yazısında, "Yumruğunu adaletin tokmağı yerine koyup Ahmet Türk'ün burnuna inen kişi bu ülkedeki pek çok kişinin duygularına tercüman oldu" diyordu. Geçtiğimiz günlerde Özgür Özel'in Kürt soprano Pervin Chakar'ı konserden sonra elini öperek tebrik etmesi üzerine attığı protesto tweetleri de, devlette olduğu gibi Kürt düşmanlığında da devamlılığın esas olduğunu gösteriyor.
Önemli olan bu yazar ve benzerleri değil, önemli olan muhalif ve demokrat geçinen medyada, TV kanallarında, şahsın "duayen gazeteci", "değerli ağabeyimiz" olarak övgülerinin yapılması, benzer yazılarının iktibas edilmesi, alkışlanması.
İşçiye atılan tekme yükselme basamağı olursa
2014 yılında Soma'da 301 işçinin hayatını kaybettiği maden ocağı faciasında yaşanan bir olay büyük tepki çekmişti. İşçiler, iş kazası değil; apaçık cinayet olan olayı protesto ederken, Erdoğan'a ve AKP'ye yakın Yusuf Yerkel, protestocu bir işçiyi acımasızca tekmelerken görüntülendi. Adam efendisine yaranmaya çalışıyordu. Mükâfatını da gördü, Frankfurt'a Ticaret Ataşesi olarak atandı. Bugün Urfa'da Özak tekstil işçilerinin direnişine Valiliğin emri ve planlamasıyla jandarma, polis müdahale ediyor. Sadece haklarını talep eden, taşkınlıkta bulunmayan, slogan bile atmayan işçilere şiddet kullanılıyor, gözaltına alınıyor, tutuklanıyorlar. Dininde imanında olan işçilerin camiye girmeleri bile imam tarafından engelleniyor. 10 yılda bayağı yol gitmişiz!
Validen jandarma komutanına, işletme sahibine, cami imamına kadar tümü iktidardan güç alıyorlar. Yüzlerce işçinin hayatını yitirdiği bir iş cinayeti protestosunda işçiyi tekmeleyen kişi ödüllendirildiği için son derece rahatlar, yaptıklarının yanlarına kalması bir yana, aferin alıp yükseleceklerinden bile eminler.
Hrant'a kurşun atanın silahını kimler doldurdu?
"Bir bebekten bir katil yaratan karanlık" bu ülkenin en has, en iyi evlatlarından Hrant Dink'i aramızdan ayıralı 17 yıl oldu. Tetiği çeken Ogün Samast'ın tahliyesi, olayı ve davayı yeniden gündeme getirdi. Bebekler, kendiliklerinden katil olmazlar. Onları birileri katil yapar, silahlarını birileri doldurur.
Ogün Samast
Devletin derinliklerine yuvalanmış odaklar ve emirlerindeki tetikçiler her zaman vardı, hâlâ da var. 2006-2007 yıllarında işlenen üç cinayet: Trabzon'da Katolik Rahip Santoro cinayeti, Malatya'da biri Alman ikisi Türk Hristiyan'ın öldürüldüğü Zirve katliamı, 2007 'de 19 Ocak'ta Hrant Dink'in öldürülmesi, Sivas Ermeni cemaati lideri Minas Durmazgüler'e suikast teşebbüsü bu karanlık odakların planlarının parçasıydı. Mersin'den, Malatya'dan Trabzon'a uzanan hat'ta, sonraları bazıları Ergenekon davalarında yargılanan ve daha sonra beraat ettirilip neredeyse "millî kahraman" olanlardan birkaçını o günlerden hatırlıyorum. Eski Jandarma komutanı Şener Eruygur özellikle çok etkindi. "Parola Vatan, işareti Bayrak" gibi şifreli konferanslar vererek belli merkezleri dolaşırdı. Trabzon'da tümüyle provokasyon olan bir konuşmasına rast gelmiştim. Mersin'de kendisine bağlı gruplar vardı ki silaha el bastırarak icra edilen yemin törenlerini televizyonlarda seyrediyorduk. Her dönem benzer tezgâhlarda sahneye çıkan Veli Küçük cinayetlerin işlendiği bölgelerde cirit atıyor, JİTEM kurucusu olduğunu inkâr etmeyen Arif Doğan ve benzer adlar ortalarda dolaşıyordu. Hrant Dink yargılandığı davalardan birinde izleyici olarak Veli Küçük'ü gördüğünde, "İşte o zaman korktum" demişti. Aynı davada avukat kisvesi altında Kerinçsiz türünden tipler Hrant'a ve diğer sanıklara hakaret ediyorlar, sanık sıralarına bozuk para, tükenmez kalem gibi şeyler atıyorlardı.
AKP'nin ilk iktidar dönemlerinde darbe heveslileri tarafından büyük ölçüde AKP'ye karşı örgütlenen, özellikle de gayrimüslimlerin seçildiği bu provakatif eylem ve cinayetler Hrant'ın katline varan yolun taşlarını döşüyordu. Şimdilerde FETÖ'ye mâl edilerek işin içinden çıkılan bu cinayetlerde Gülen Cemaati'nin payı neydi bilemem ama devletin derinliklerindeki karalık odakların payı tartışmasızdır. Büyük plan onlara aittir. Suikast silahlarını doldurup çocuk yaşta tetikçilerin ellerine tutuşturanlar onlardır.
İçimi acıtan Hrant yargılanırken mahkeme salonunun dışında Hrant'ı protesto eden Ülkücülerin, Perinçek ve benzerlerinin yanında, elinde Hrant'a karşı pankart taşıyan -o zamanlar Cumhuriyet'te yazan- ressamın iddialı bir muhalif televizyon kanalında vatansever, demokrat, barışçı aydınımız olarak ağırlanması oldu. Belki ağır bir yargı, belki bugün aynı şekilde düşünmüyordur ama Hrant'ı vuran kurşunda onun gibilerin de payı olduğunu düşünmeden edemedim.
Murathan Mungan'ın sözüyle, bu ülkede her şey olunur rezil olunmaz, hatta siyasî iktidara ve derin devlet ideolojisine yaslanırsanız rezil değil vezir bile olursunuz.
Şiddetin yükselişinde, yaygınlaşmasında, başta Kürtler, Ermeniler olmak üzere ötekilerin şeytanlaştırılmasında kendi payımızı da görelim. Hepimiz kendimize, o yumruklarda, tekmelerde, cinayetlerde benim suskunluğumun da payı var mı, diye soralım.
Oya Baydar kimdir?
Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi.
Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı.
1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı.
Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı.
Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi.
1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye'de ilk üniversite işgali eylemi oldu.
1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı.
Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı.
12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı.
Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı.
Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu.
Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı.
Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı.
İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü.
Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu.
2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi.
Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24'te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor.
ESERLERİ
Roman
Allah Çocukları Unuttu (1960) - Savaş Çağı Umut Çağı (1963) - Kedi Mektupları (1997) - Hiçbiryer'e Dönüş (1999) - Sıcak Külleri Kaldı (2000) - Erguvan Kapısı (2004) - Kayıp Söz (2007) - Çöplüğün Generali (2009) - O Muhteşem Hayatınız (2012) - Yolun Sonundaki Ev (2018) - Köpekli Çocuklar Gecesi (2019) - Yazarlarevi Cinayeti (2022)
Deneme
- Surönü Diyalogları (2016)
Öykü
- Elveda Alyoşa (1991) - Madrid'te Ölmek - Mırınalı Madride (2007)
Anlatı
- Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014) - Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk - Oya Baydar ile Nehir Söyleşi (Ebru Çapa ile, 2018) - 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri (2021)
|