Başbakan Erdoğan kediye benzetilmekten hazzetmez, biliyorum. İktidarının ilk yıllarında Musa Kart’ın yün yumaklarına dolanmış kedi karikatürüne öfkelenmiş, hakaret davası açmıştı. Hasta bir “kedici” olarak, insanın kediyle imgelenmesinden daha güzel ne olabilir, diye düşünmüş, pek şaşmıştım. Bugünden bakınca; şaşırmamalıymışım, geleceği tahmin etmeliymişim, diyorum. Bu kedi vesileyle de, ne zamandır yazmak istediğim bazı şeyleri fazla geciktirmeyeyim, diye düşünüyorum.
12 Eylül Referandumu’nda ‘yetmez ama evet’i kan davası, bu yönde oy kullananları baş düşman ilan eden kesimler, şimdi Başbakan Erdoğan’ı ve hükümetin politikalarını eleştirdikçe, her biri kendi üslubunca bir “pişmanlık” ya da bir “itiraf” beklediklerini îma ediyor, Başbakan ve iktidarın yanlışlarından sizler sorumlusunuz, demeye getiriyorlar. İnsanın kendisiyle açık yüreklilikle hesaplaşmasının ve yazarın okura hesap vermesinin erdem olduğuna inananırım. “Tek doğru benim doğrum” diyenlerden olmadığımdan, öteki de haklı olabilir düşüncesine yatkınımdır; ama düşüncelerimin tahrif edilmesini de hiç istemem.
Anayasa referandumunda ‘yetmez ama evet’ demekle, siyasi etik ve vicdani tutarlılık açısından yanlış yaptığımı düşünmüyorum. Çünkü referandumda önümüze gelen maddeler, yıllardır değiştirilmesi için mücadele verdiğimiz darbe anayasasının askerci, vesayetçi, faşizan ruhunda gedikler açıyordu; hemen hepsi (kağıt üzerinde) demokratik hak ve özgürlükleri sadece kendisi için değil öteki (hatta hasım) mahalleler için de isteyenler açısından daha demokratik ve çoğulcuydu. 12 Eylülcülerin yargılanmasına kapı açması, vesayetçi yargının iki dudağı arasındaki kararlarla siyasi partilerin zırt pırt kapatılmasını engellemesi, Anayasa Mahkemesi’nin yapısının değiştirilmesi ve bireysel başvuru hakkı getirilmesi, kişiye ait özel bilgilerin korunması, fişlemenin sona ermesi (buna siyasetin ironisi demeliyiz herhalde!), çocuklar, yaşlılar, engelliler için pozitif ayrımcılık, askerî yargının yetki ve görevlerinin daraltılması -bana göre-, (yetersiz de olsa) memleketin gerçek ve tek sahibi olduğuna inanan askerin antidemokratik zihniyetinin, darbeciliğin, vesayetin geriletilmesi yolunda ileri adımlardı. “Evet” denilen; Tayyip Erdoğan ve AKP değil, demokratikleştirme umudu taşıyan maddelerdi. “Hayır” demek ise, 12 Eylül darbe anayasasının devamına verilmiş bir onay olacaktı. O zamanlar defalarca yazdığım gibi, referandumda “evet”i AKP’ye onay değil, önyargısız açılmış, niyet okumaktan kaçınan kısa vadeli bir kredi saymıştım. Krediyi alıp kaçma ihtimali vardı tabii, ama bu durumda demokrasi güçlerinin mücadelesi suçluyu er geç yakalardı. Hâlâ da böyle düşünüyorum.
Peki itirafın nedir, derseniz: Tayyip Erdoğan’ın huyundan suyundan, bireysel tarihinden, ideolojik-kültürel zaafiyetinden, millî görüş kökeninden oluşan şişkin egolu, tahammülsüz, üsttenci karakterinin, biat bekleyen otoritarizminin iktidarla imtihanda bu tehlikeli noktaya varabileceğini; iktidar hırsının ve serhoşluğunun kişilik değişimi ve bozulmasını bu denli körükleyeceğini hesaplayamadım. “Demokrasi bir tramvaydır, istediğin durağa gelince inersin” zihniyetinin, Erdoğan ve kadrolarının fabrika ayarlarından gelen genetik kodları olduğunu, bu kodun kolay kolay değişemeyeceğini göremedim. Gezi’deki en esprili ve hoş pankartlardan birinin üzerinde “Tayyip! Biz senin demokrat olma ihtimalini sevmiştik” yazılıydı. Bu ihtimalin gerçekleşme olasılığının bu kadar düşük olabileceğini hesaplamadım. Oysa Erdoğan’ın sevimli bir kedi karikatürüyle bile bu kadar uğraşması, “Ananı da al da git” benzeri tepkileri, herkese “sen” deme hakkını kendinde görmesi gibi küçük işaretler geleceğin habercisiydi. İnsan konusunda kendini deneyimli sayan ben, belki de rejim mağduru bir kesimin sözcülüğünü yaptığı için o dönemki özgürlükçü söylemlerini veri kabul ettim; Erdoğan’ın ve kadrosunun demokratlığının sınırları vardır, diye defalarca yazmışım ama o sınırların bu kadar dar olacağını hesaplamadım.
Madem i konuya girdim, bir daha dönmemek için söyleyeyim: Tayyip Erdoğan’ın, iktidarını güçlendirdiğinde aslına dönüp varacağı nokta hakkındaki yanılgıma rağmen, “bana göre iyi, doğru, insanî olan (yani özgürlükten, demokrasiden, barıştan yana, ayrımcılığa, darbeciliğe, ırkçı ulusalcı gericiliğe, vb. karşı olan) söz, yasa, adım, davranış kimden gelirse gelsin desteklemenin doğruluğuna hâlâ inanıyorum. Yanlış olanı da, kimden, hangi kişi veya güçten gelirse gelsin cesaretle eleştirmenin, karşısında durmanın erdem olduğunu düşünüyorum. Ben ve benim gibiler dün, demokratik bulduğumuz adımları: mesela 12 Eylül referandumunun vesayete karşı demokratik maddelerini, mesela Oslo süreciyle başlayan Kürt açılımını, mesela AB’ye üyelik çabalarını, komşularla sıfır sorun siyasetini (yoksa hayalini mi demeliyim?) vb. desteklerken bugün Erdoğan ve AKP siyasetini alabildiğine sert eleştiriyorsak, bu bizlerin sapmadan, yalpalamadan aynı ilkeli demokratik konumda durmamızdandır. Erdoğan ve yandaşlarının anlamadıkları da bu zaten. Değişen bizler değiliz, onlar.
Mağduriyet sömürüsüyle iktidar pekiştirme
Gelelim başlıktaki konuya...
Bu ülkede rejim muhalifleri, sistem dışında sayılanlar, bütün ötekiler her dönemde şu veya bu ölçüde mağdur edildiler, ediliyorlar. Aleviler, Kürtler, azınlıklar, Müslümanlar, farklı inanç grupları, komünistler, sosyalistler, farklı kültürel- etnik aidiyetler, farklı düşünenler, farklı cinsel kimlikler, vb.,vb... Vesayetçi Kemalist rejimin 90 yıl boyunca iktidar dışında tutmaya çalıştığı mağdurlardan Sünni Müslümanların sözcülüğünü üstlenen AKP şimdi iktidarda ve “millî irade” olarak tanımladığı kendine oy vermiş yüzde 50 (?) dışındakileri mağdur etmekle meşgul. Ne var ki, başta Tayyip Erdoğan; AKP kadroları, yakın çevreleri, yandaşları, paydaşları mağduriyet yakınmasına, şikâyetine, edebiyatına ara vermiyorlar. Geçmişteki mağduriyet, toplumun diğer kesimleri üzerinde baskı kurmanın, onları mağdur eden yasa ve uygulamaların, bu da yetmedi seçim propagandalarının aracı haline getiriliyor. Yetti artık! dedirten son örneği Başbakan’ın seçim turları sırasında dört ay kaldığı Pınarhisar cezaevine büyük bir tantanayla - sadece devlet televizyonlarının değil yandaş olsun olmasın bütün medyanın propaganda gücünü kullanarak- gitmesi, orada “zindandaki (!)” günlerini ballandıra ballandıra anlatıp mağduriyet edebiyatının doruklarına çıkması. Eğer kaçırdıysanız, bu zindanın ne menem bir yer olduğunu Doğan Akın’ın 9 Aralık tarihli yazısından okuyabilirsiniz.
Hemen söyleyeyim; mağduriyetler yarıştırılmamalı, kimsenin mağduriyetini de küçümsememeli. Kişi veya grup veya bir halk kendini mağdur hissediyorsa, öyledir. Ama bir ülkenin en muktedir kişisi, Diyarbakır zindanlarında insanların misli görülmemiş işkencelere uğratıldıkları, öldürüldükleri bir ülkede; 1915’lerin, Dersim’lerin, 6-7 Eylül’lerin, Yassıada’ların, 12 Mart’ın, 12 Eylül’lerin, onlarca gencin öldürüldüğü hayata dönüş operasyonlarının ülkesinde; bunca siyasî idamın, ötekini hedefleyen bunca cinayetin işlendiği, hapishaneden işkenceden geçmemiş aydının, muhalifin bulunmadığı, milyonlarca insanın fişlendiği, işsiz bırakıldığı, yurtdışına kaçmak zorunda kaldığı bu ülkede hâlâ mağduriyet üzerinden iktidar pekiştirmesi ve oy hesabı yapıyorsa, teşbihte hata olmaz, yazının başlığındaki kediyi hatırlatmanın tam vaktidir: Kedi bacağını kaldırmış temizlenirken bir yerini görmüş, eyvahhh, yaram var diye feryada başlamış...
Hem muktedir hem de mağdur olunmaz
Gerçek mağdurlar, çok zorunlu kalmadıkça kişisel mağduriyetlerinden pek söz etmezler. İşkence görenler kendilerine yapılan işkenceyi zorunlu kalmadıkça, mesela işkencecilerin ceza görmesini sağlamak için ifade vermek, işkencecileri teşhir etmek veya benzer nedenler dışında anlatmak istemezler. Çünkü bir kez daha ezilmiş, hakarete uğramış hissederler kendilerini, daha da önemlisi mağduriyetin kindarlık yaratmasından, intikam duyguları körüklemesinden çekinirler. Hele de mağduriyet üzerinden prim yapmaya, çıkar sağlamaya hiç çalışmazlar.
Çağımızın en önemli özgürlük ve barış mimarlarından biri olan, insanlık tarihinin çakma değil gerçek yıldızlarından Mandela’nın aziz anısına selam durarak hatırlatalım: Onu diğerlerinden ayırıp büyük kılan, halkıyla birlikte ve kişisel olarak uğradığı en ağır mağduriyete rağmen ne üslubunda söyleminde, ne de ediminde eyleminde kin ve intikamcılığa yer vermemesiydi. Mağduriyetini iktidarına kalkan veya silah olarak değil barış ve uzlaşmanın dili olarak kullanmasıydı. Tayyip Erdoğan ve yandaşları ise geçmişteki mağduriyetlerini şimdi sıra bizde intikamcılığıyla “karşı cephe”ye saldırı silahı olarak kullanıyorlar, geçmişteki mağduriyetlerini iktidarda intikamcılığa dönüştürüyorlar.
Mustafa Balbay önceki gün Anayasa Mahkemesi kararıyla tahliye oldu, öyle dört-beş aya değil 34 yıla mahkûm edilmişti. Onunla aynı durumda Kürt milletvekilleri, ağırlaştırılmış müebbetten yatan onlarca tutuklu, yirmi otuz yıl hapse mahkûm edilen yüzlerce kişi, haklarında en ağır mahkûmiyetlerin talep edildiği binlerce insan yıllardır hapishanelerde. Mustafa Balbay’ın tahliye edildikten sonraki ilk açıklaması, yaşadıklarından kin ve intikam duygusu çıkartmadığı, düşmanlıkları körüklemeyeceği oldu. Acaba biraz örnek alabilir misiniz Beyler? Mağduriyet bezirgânlığına son verip içerdeki gerçek mağdurların mağduriyetlerine son vermek için yetki ve sorumluluğunuzda olan adımları acilen atabilir misiniz?