29 Mart 2023

Erdoğan'ın şapkasında tavşan olmayın Sayın İnce

Erdoğangiller tabii ki gelip şapkaya atlayan bu tavşanın etinden, kemiğinden, suyundan yararlanacaklar. Günün sonunda, geriye tavşanın posası kalacak…

Seçimlere az bir süre kala, kaybetme kaygısına kapılan Reis şapkasından yeni tavşanlar çıkarmayı sürdürüyor. Seçimler olmasaydı gündeme hiçbir şekilde girmeyeceğini herkesin bildiği; emeklilerin, asgarî ücretlilerin maaşlarına zam, parasal iyileştirmeler, EYT'lilere nihayet sağlanan haklar, tarım kredileri, öğretmen ya da sağlık personeli atamaları, gözboyayıcı temel atmalar, vb., vb…

Bir yazımda, Erdoğan'ın şapkasında artık tavşan kalmadığını, olsa olsa börtü böcek, yılan falan çıkacağını yazmıştım. Dar gelirli, yoksul kesimlere seçim bahşişi niyetine dağıtılan ulûfe, Reis'in "Seçimi kaybetme pahasına da olsa yapamayız" diyerek açıkça veto ettiği EYT'lilerin emeklilik haklarının seçimlere beş kala verilmeye başlanması, bayram ikramiyelerinin iki bin liraya yükseltilmesi, vb. neden yılan olsun, bal gibi tavşan, diyebilirsiniz.

Yanlış anlamayın, ben de emekliyim ama…

Ben de 5.061 lira aylık alan, hem maaşım artacak hem de bayram ikramiyesi 2 bin liraya çıkacak diye sevinen bir emekliyim. Belli kesimlerden oy almak için atılan, iğnesine solucan niyetine para takılan bu seçim oltalarını börtü böcek ya da yılan diye nitelememin nedeni, seçim sonrasında başımıza geleceklerden kaygı duymam.

Cumhur'un başı Erdoğan gibi kitabını yazmış ekonomist falan değilim, belki de yanılıyorumdur, ama kısaca söyleyecek olursam; bugün tavşan görünen bu "bonkörlükler"in yarın, seçimlerin hemen sonrasında tam bir ekonomik çöküşe neden olmasından, emekli maaşlarımızı bile alamaz hâle gelmekten, gerçek enflasyonun üç haneli rakamları aşıp zamları sıfırlamasından korkuyorum. Hazinenin tamtakır edildiği, bütçe açığının büyük meblağlara ulaştığı bu dönemde, deprem felaketinin yol açtığı 100 milyarlarca dolarlık maliyete, seçim oltasının ucuna takılan 200-300 milyar eklenince ortaya çıkacak harcama nereden, nasıl karşılanacak?

Şu anda, kaybetme korkusu ve iktidar hırsıyla gözleri dönmüş olanların seçim sonrası umurlarında değil. Suudîler'den, olmadı BAE, olmadı Katar, vb.'den gelecek dolarlarla, son kalan zenginliklerimizin, kaynaklarımızın, doğamızın haraç mezat satılmasıyla işi götüreceklerini hesaplıyorlar. Vaadlerin tutulmadığını gören, giderek yoksullaşan, ekonomik kriz batağında çırpınan halkın isyanını engellemek için de otoriterliği tek adam faşizmine dönüştürme hesapları yapıyorlar.

Reis ve hempalarının hesabının, iktidarı devretmek zorunda kalmaları halinde yeni yönetime tam bir enkaz bırakmak, onları toparlanması çok güç olan ekonomiyi ve ülkeyi batırmakla suçlayıp (Allah yazdıysa bozsun) yeniden iktidara gelmek olduğunu düşünüyorum. Delikleri tıkamaya Kılıçdaroğlu'nun tahsil etmeyi umduğu 418 milyar doların yetmeyeceğini, vurguncuların soyguncuların, 5'li, 10'lu, 50'li çetelerin ve uzantılarının ellerinin armut toplamayacağını hesaba katarsak, tavşan sanılan ekonomik iyileştirmelerin kısa süre sonra hiçbir işe yaramayacağını, yoksulluğun daha da artacağını, tavşanların zararlı mahlûkata dönüşeceğini tahmin ediyorum.

Gelelim şapkadan çıkan İnce tavşanına!

Ben Muharrem İnce'nin bir AKP projesi olduğunu düşünmüyorum. Kendisine sosyal medyadan yapılan saldırıları, protestoları, karalamaları da içtenlikle kınıyorum. İnce, kişisel hırsı, şişkin egosu ve Kılıçdaroğlu başta CHP yönetimine beslediği kin nedeniyle, siyasî hesaplaşmayı aşan öç alma peşinde.

Yeterli oy alıp seçilebileceğini gerçekten düşünüyor mu, bilmiyorum. Bütün söylem ve davranışlarında öfke kontrolünden yoksun bir narsisizm ve megalomani açıkça görülüyor. Ruh hâli açısından Erdoğan'la büyük benzerlik taşıyor. Megalomanlar ve narsistler çoğunlukla sübjektifliklerinin (öznelliklerinin) ve hayalciliklerinin kurbanı olurlar.

Doğrudan bir "Erdoğan/ AKP projesi" olmamakla birlikte, son derece kritik seçim atmosferinde Reis'in şapkasına düşen bu tavşandan pek memnun olduğu, kırılmaya yüz tutan umutlarının tazelendiği görülüyor. İnce'nin cumhurbaşkanlığı adaylığının güçten düşmüş sihirbaz için önemli bir tavşan (ya da yılan) olduğu kuşku götürmez.

Cumhur İttifakı'ndan, o ittifakın medyasından, kalemşörlerinden, TV'cilerinden gördüğü ilginin kara gözleri, samur kaşları için değil oynaması umulan rol için olduğunu, yıllardır siyasette pişmiş, hatta kavrulmuş Muharrem Bey'in kendisi de biliyordur sanırım. Bundan rahatsız oluyor görünürken, istemem yan cebime der gibi bir hali var.

İnce, hırslı ama budala olmadığı açık. Elde edeceği oyun kendisinin ikinci tura kalmasını sağlamayacağını, adaylığının tek sonucunun muhalefetin ortak adayına kaybettirmek olacağını biliyor. Hesaplayamadığı veya göze aldığı; Türkiye'nin uçuruma sürüklenmesine katkı sağlayan kişi sıfatıyla asıl kaybedenin kendisi olacağı, siyasî mevta konumuna düşeceği.

Objektif tavşan, sübjektif tavşan

Bizim gençliğimizde, 1960'lı 70'li yıllarda sosyalist sol'da objektif ajan-sübjektif ajan nitelemesi vardı. Emniyete, MİT'e, devletin istihbaratına, iktidara çalışan, onlar adına görev yapanlara "objektif ajan" denirdi. Sol harekette sayılarının hiç de az olmadığını sonraları öğrendik. Bir de; istihbarat örgütleriyle, devletle ilişkileri bulunmadığı, görevli olmadıklar halde yapıp ettikleriyle örgüte, harekete, amaca zarar verenler vardı ki, onlara da "sübjektif ajan" denirdi. Günümüzde de her kesimde böyleleri var.

Muharrem İnce Bey'in ortaya çıkıp cumhurbaşkanlığına adaylığını koyması, bana o eski günleri hatırlattı. Egosu bu ölçüde şişkin birinin, sâlim kafayla düşünürse bu derekeye düşmek isteyeceğini sanmıyorum. Ama bilerek bilmeyerek Erdoğan'ın şapkasına girmiş, -sübjektif ajan demeye dilim varmıyor- sübjektif tavşan olmuş durumda. Erdoğangiller tabii ki gelip şapkaya atlayan bu tavşanın etinden, kemiğinden, suyundan yararlanacaklar. Günün sonunda, geriye tavşanın posası kalacak…

Muharrem İnce buna nereye kadar izin verecek? Saf siyasî etik anlayışım, herkesi kendim gibi bilmem yüzünden sazanlıktan bir türlü kurtulamayan ben yine mi yanılıyorum, objektif tavşanla sübjektif tavşanı ayıramıyor muyum yoksa?

Bunu önümüzdeki günlerde İnce'nin tavrı ortaya koyacak. Ya Kılıçdaroğlu ile görüşüp adaylıktan çekilecek, böylece fedakârlıkta bulunmuş özverili siyasetçi rolü oynayacak ya da kendisiyle birlikte Türkiye'nin de geleceğini tehlikeye atan, filizlenmiş umutları ayakları altında çiğneyen muhteris biri, kazanma şansı bulunmayan ama kazanabilecek kişiye kaybettirme yetisine sahip bir " Erdoğan tavşanı" olarak siyasî intiharı seçecek?

Göreceğiz…

Oya Baydar kimdir?

Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi.

Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı.

1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı.

Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı.

Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi.

1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye'de ilk üniversite işgali eylemi oldu.

1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı.

Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı.

12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı.

Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı.

Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu.

Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı.

Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı.

İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü.

Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu.

2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi.

Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24'te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor.

ESERLERİ

Roman

Allah Çocukları Unuttu (1960)
- Savaş Çağı Umut Çağı (1963)
- Kedi Mektupları (1997)
- Hiçbiryer'e Dönüş (1999)
- Sıcak Külleri Kaldı (2000)
- Erguvan Kapısı (2004)
- Kayıp Söz (2007)
- Çöplüğün Generali (2009)
- O Muhteşem Hayatınız (2012)
- Yolun Sonundaki Ev (2018)
- Köpekli Çocuklar Gecesi (2019)
- Yazarlarevi Cinayeti (2022)

Deneme

- Surönü Diyalogları (2016)

Öykü

- Elveda Alyoşa (1991)
- Madrid'te Ölmek
- Mırınalı Madride (2007)

Anlatı

- Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014)
- Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk
- Oya Baydar ile Nehir Söyleşi (Ebru Çapa ile, 2018)
- 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri (2021)

 

Yazarın Diğer Yazıları

Bir yazamama yazısı

Yazıyoruz, söylüyoruz, bağırıyoruz, feryat ediyoruz da ne oluyor, ne değişiyor! Anlamsızlık, yetersizlik, boşuna çaba duygusu

Çocukları kefene sokan ruh hastası ilkel zihniyet

ÇEDES'in amacı çocuklarda çevre duyarlılığını geliştirmek ise, ormanlarımızın, tarım topraklarının, doğal zenginliklerimizin nasıl yok edildiğini, açgözlü vahşi talan düzeninin doğal yaşamı nasıl katlettiğini öğretin

Devletin birliğini bütünlüğünü bozan hainler kimler?

Dikkatimi çeken, Demirtaş'a devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmaktan, Figen Yüksekdağ'a da devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmaya yardımdan ceza kesilmiş olması. Soruyorum: Devletin bütünlüğünü, milletin birliğini bozanlar Kobane davasında mahkûm edilenler mi, onları mahkûm ettirenler mi?