Hep yeni ve ateşli bir tartışma konusu buluruz ya! Bugünlerde de yaşamımıza ve siyasal literatürümüze “eksen kayması” tartışması girdi. Türkiye’nin ekseni kaydı mı diye telaşlanıyoruz; kendimizi ve birbirimizi ajite ederek, tartışma sürdükçe kafalarımız daha da karışarak, kimileri gerçekten korku duyup kimileriyse çeşitli hesaplarla korku yaymaya çalışarak, varsa yoksa EKSEN KAYMASI’nı konuşuyoruz.
Önce bir fikrimi sizlerle paylaşmak istiyorum: Asıl eksen değişikliği dünya jeopolitiğinde gerçekleşiyor. Çift kutuplu dünya ve soğuk savaşın belirlediği mevzilenmelerin yerini, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde, yeni güç ve ülkeler mevzilenmeleri alıyor. Tek kutup ve tek eksen de yok artık: Eksenler var ve o eksenler hızla kayıyor. Sosyalist sistemin çözülüp dağıldığı 1990’lardan 2000’lere kadar geçen dönemde, süper güç ABD’nin neocon Bush saldırganlığıyla gerçekleştirmeye çalıştığı tek kutuplu, ABD güdümlü dünya projesinin başarısızlığı her gün biraz daha belirginleşiyor. Obama’nın ABD başkanlığına gelmesi/ getirilmesi bile, sistemin yeni yol ve yöntemler bulma çabalarının işareti. Çin’in, Rusya’nın, Hindistan’ın büyük güçler haline gelmeleri, G 7’lerin aciz kaldığı yerde Türkiye ve benzeri yükselen ekonomilerin dahil olduğu G 20’lerin sahneye çıkışı, Avrupa Birliği’nin iç sarsıntıları ve hepsini etkileyen globalleşme çağında kapitalizmin derin yapısal krizi, artık dünyanın eskisi gibi gidemeyeceğini gösteriyor. Kısaca, 21. yüzyılın baş döndürücü bilimsel-teknolojik-toplumsal gelişme dalgasına kapılmış dünyası, tarihte yüzlerce yılda bir görülen derin bir değişim sürecine girmiş durdumda. Gelecek daha iyi, daha barışçı, daha insancıl mı, yoksa daha vahşi, daha karanlık, daha adaletsiz mi olacak bilemiyorum; ama dünyanın, düşüncelerimizi, alışkanlıklarımızı, bilgilerimizi ve ideolojik-siyasal konuşlanmalarımızı sarsarak, zorlayarak, alt üst ederek değiştiğini görebiliyorum.
Globalleşme çağında eksen veya eksenler, 19.- 20. yüzyıl emperyalizminin koordinatlarından yeni koordinatlara kayarken; yüzyıl öncesinin cepheleri, kümelenmeleri, paradigmaları değişiyor. Belki kafalarımızın karışıklığı da bundan; çünkü biz yüzyıl, seksen yıl, hatta otuz yıl öncesinin ezberleriyle düşünüp konuşuyoruz. Oysa özellikle kendini solda tanımlayanlar Marksizmin değişimin felsefesi olduğunu bilirler. Diyalektiğin özü budur. Kara saban ve kağnının ya da buhar makinasının toplumu ile, daha yirmi-otuz yıl önce bilim kurgu filmlerinde seyrettiğimiz düşünen robotları ve yapay DNA’yı gerçekleştirme aşamasına varmış bir dünyanın aynı düşünce kalıplarıyla kavranması mümkün olabilir mi? Marksizm, bunun mümkün olamayacağını, dahası “tutuculuk” olduğunu söyler bize. O, “mutlak”ın değil hareketin ve değişimin felefesidir. Bu çok bilinen gerçekleri, eksen kayması tartışmalarında bir kısım solun içine düştüğü çelişkili tutumu hatırladığım için tekrarlıyorum.
70 milyonu aşkın nüfusu, dünyanın 17.büyük ekonomisi olma özelliği, derin sınıfsal, kültürel, ideolojik farklılıkları hatta yarılmalarıyla, Türkiye de bu muazzam değişim ve eksen kaymasının ortasında, üstelik şu sırada dünyanın en sıcak ve sorunlu bölgelerinden birinde yer alıyor. Durduğu yerde duramaz; eksen mevzilenmesinde de eski mevzilerinde kıpırdanmadan kalamaz. Eksenin tabii ki bir anda değil süreç içinde 180 derece kaymaya doğru gittiği bir yeni dünya düzeninde eski bildik tek yönlü, tek eksenli politikalar artık geçersiz.
Birleşmiş Milletler’in yapısının ve işlevinin, soğuk savaş döneminden kalma, değişmez ve kerametleri artık kendilerinden menkul beş büyüklerin dünya üzerinde astığım astık kestiğim kestik iktidarlarının (ya da iktidarsızlıklarının) tartışılmaya başladığı bir dönemde, Türkiye’nin kendi oyununu kurmasına, mesela İran’a yaptırım oylamasında Brezilya ile birlikte hayır oyu kullanmasına neden karşı çıktığımızı anlayamıyorum. Dünyayı yönetir görünen ama kendileri sayıları yirmi civarındaki hiper emperyalist şirket tarafından güdülen ABD ve Batı devletleri ekseninden milim sapıldığında neden kıyamet kopuyor?
Türkiye’nin eksen değiştirmekte olduğu, Batı dünyasından ayrılıp Müslüman Doğu’ya dümen kırdığı iddiasının, hele de günümüzün eksen bunalımlı dünyasında haklılık taşıdığını söyleyemiyorum.
Birlikte düşünebilmek için; kısır siyasal tartışmalar, parti tartışmaları yerine daha geniş bir perspektiften ufka bakabilmek için birkaç soruya önyargısız cevap vermeyi deneyelim diyorum:
-Bütün kanatları ve farklılıklarıyla, geleneksel solun dünyada ve Türkiye’de temel ilke ve siyasetlerinden biri: ABD emperyalizmine, ABD’nin saldırgan süper güç ve dünya jandarması konumuna karşı çıkmak değil miydi?
-Emperyalist/ globalist güçlerden bağımız politika talebi, özellikle ulusalcı solun başlıca şiar’ı ve alamet-i farikası değil midir?
- İktidarda AKP değil de başka bir parti olsaydı, eksen kayması tartışması yine yapılacak mıydı? (Soruya cevap verirken özellikle CENTO, Bağdat Paktı, İslam Konferansı gibi oluşumların tarihlerini, Ecevit’in Saddam dostluğunu, vb hatırlayalım.)
- Eğer eksen bu kadar kolay kayıyorsa,Türkiye’yi kirli Irak savaşına bulaşmaktan kurtaran 1 Mart tezkeresinin reddi olayı (ki barıştan yana güçlerin önemli payı vardır bu red’de) çok daha güçlü bir eksen kayması işareti değil midir? Ve kötü mü olmuştur?
-Bir ülkenin kendi halklarının çıkarları kadar barışa da katkıda bulunabilecek adımlar atması, mesela İran’ın nükleer silah geliştirmesinin önüne geçebilmek için çabalaması kötü müdür? Ve bu çabalara karşı çıkan dünya güçlerinin çıkar ve amaçları nedir?
Bu soruları önce kendime sonra hepimize, özellikle de kendilerini sol’da tanımlayanlara sorarken, dünyanın ekseninin sallanmakta ve kaymakta olduğu bir dönemden geçtiğimizi hatırlamanın daha geniş bakabilmemize yardımcı olabileceğini düşünüyorum.