03 Mart 2023

Devlet nerede mi? Yukardaki fotoğrafa bakın, görürsünüz

AKP-MHP iktidarının ve ardlarındaki derin devlet gücünün, "devlet nerede" diye feryat edenlere ya da devleti eleştirenlere hışımla, öfkeyle saldırmalarının nedeni, bugüne kadar devlet tapıncıyla uyutulmuş ve korkutulmuş kitlelerin devlet efsanesinin içyüzünü görmeye, anlamaya başlamalarından duydukları  kaygıdır

Bugünlerde Reis'lerden Başbuğ'lardan, onların çevresindeki benzerlerinden hakaret görmek, küfür yemek istemiyorsanız, sakın ola devlet nerede diye sormayın. Yıkıntılar altında kalmış evlatlarının, analarının babalarının, yakınlarının, dostlarının, yoldaşlarının iniltilerini, seslerini, hıçkırıklarını duyup da onları enkazdan çıkaramayan insanların çaresizlik ve acı içinde "devlet nerede, devleti göremedik!" feryatlarını yazmayın, dile getirmeyin, yansıtmayın, duyurmayın. Ya da siz bilirsiniz; iktidarın en tepesindekilerden: işbirlikçi, kanı bozuk, şerefsiz, sahtekâr, sefil, müfteri, haşarat, alçak, mikrop, edepsiz, ciğersiz, âdi, namussuz, utanmaz, vb. iltifatlarına mazhar olun. Bu hakaretlerin tümü, daha da fazlası Cumhurbaşkanı sıfatı taşıyan Erdoğan ve ortağı Bahçeli tarafından defalarca söylendi.

Yukarda, o ânki nefret dolu yüz ifadesini gördüğünüz Devlet Bahçeli faciadan üç hafta sonra lütfedip Erdoğan refakatinde gittiği Elbistan'da, kendisini karşılamaya, dertlerini anlatmaya, çare istemeye gelmiş perişan durumdaki depremzedelere şöyle haykırıyor: "Kimsenin Sayın Cumhurbaşkanı'nı ve yetkilileri rahatsız etmeye hakkı yok! Dağıtın şunları! Sessizlik olacak! Şunları indirin, indirin şunları!" O ânın video çekimini ve  nefretle takallüs etmiş (kasılmış, gerilmiş) o suratı görmeden kimlerin elinde olduğumuzu da, yıllardır başımıza gelenlerin ortak sorumlularının tedaviye muhtaç ruh halini de tam kavrayamazsınız.

Önce "devlet nedir" sorusunu soralım

Son felaket devletin sorgulanmasına yol açtı. Ama, insanların "devlet nerede" feryadı devletin ne olduğu konusundaki  kafa ve kavram karışıklığımızı da ortaya serdi.

Bunca canımızı yitirmemize, milyonlarca insanımızın hayatlarının tarumar olmasına, gözbebeğimiz kentlerimizin yıkılmasına, milyarlarca dolarlık maddi kayıplara yol açan, ülkemizi her açıdan en az 10 yıl geriye götüren büyük felaket, devlet denilen yapının ne kadar aşındığını, çürüdüğünü apaçık gösterdi. Bugüne kadar ülkeye ve halka yaptıkları her kötülüğü "devlet" efsanesinin ardına sığınarak kitlelere yutturanlar, şimdi bu yüzden paniğe kapılmış durumdalar. Takke düştü, devlet göründü.

Yıllar önce, 1996 sonunda, devlet-mafya-siyaset üçgeninde meydana gelen Susurluk olayları sırasında da devlet konuşulmuş, tartışılmıştı. O günlerde, Savaş Ay ile Aydın'ın (Engin) Savaş'ın moderatörlüğündeki bir televizyon programındaki diyaloglarını hatırlıyorum. Aydın, "Devlet anamın örekesidir" demişti de Savaş'ın dili tutulmuş, "Aman Aydın Abi, ne diyorsun" diye araya girmişti. Aydın da "Öreke, yün eğirmek için kullanılan ucu sivri sopaya denir, yani bir alettir, bir aygıttır, kutsal falan değildir. Devlet de bir aygıttır," diyerek açıklık getirmişti sözlerine.

Uzun ve epeyce de tartışmalı devlet teorilerine bu yazı çerçevesinde girmeye imkân da gerek de yok. Zamanında bu konuyla çok uğraşmıştık. Marxist teoride devlet, burjuva toplumunda devlet, bir de özellikle 60'larda "Asya tipi devlet", "Doğu despotizmi", "kerim" veya "ceberrut" devlet kavramları baş tartışma konularındandı.

Bütün bunlara değinmeden kısa bir tanım yapacak olursak devlet: birarada yaşamakta olan insanların birbirlerinin kurdu olmalarını engellemek (T. Hobbes, Leviathan), bireyin doğal güdülerini gemleyerek toplumun düzenini sağlamak ve kendi egemenliklerini, iktidarlarını devam ettirmek için egemenlerin getirdikleri kurumlar ve kurallar bütünüdür. Kabile toplumundan günümüz modern devletlerine varana kadar, her toplumda /toplulukta egemen kişiler, zümreler, giderek de sınıflar vardır. Fiziki güce, doğa üstü güçlere, savaş ve silaha hükmetmekten servete, zenginliğe, sermayeye sahip olmaya doğru evrilen egemenlik, devlet denilen yapıda ifadesini bulur.

Devlet, bir iktidar aracı olduğu kadar bir hizmet aygıtıdır da. Çağdaş devlete doğru gidildikçe, toplumun birarada tutulması ve karmaşık işlevlerin yerine getirilmesi için: toplumun maddî-manevî gereksinimlerinin hak ve sorumluluk esası güdülerek  giderilmesi; iç veya dış müdahalelerle toplumun çözülüp dağılmasının engellenmesi; topluluk üyelerinin /yurttaşların sulh sükûn içinde birarada yaşayabilmeleri için gereken hukukun ve müesseselerin kurulması, devletin yükümlülüğündedir.

Son felakette, halk "Devlet nerede!" diye feryat ederken bu hizmet aygıtının yokluğunu ya da yetersizliğini ifade etmektedir. Çünkü devlet, kitlelere sığınılacak bir liman, "devlet baba" olarak benimsetilmiştir. Halk, kerim devleti, yani insanların ihtiyaçlarını hak- hukuk çerçevesinde gidermeye muktedir, hizmetkâr devleti aramakta, bulamadığında feryat etmektedir.

Devlet ve siyasî iktidar

Futbol maçlarında tirbünler "Hükümet istifa!" diye inlerken, istifası talep edilenler siyasî iktidarın temsilcileriydi. Genel olarak iktidar ve siyasî iktidar arasında bu ayrımı yapmak istiyorum. Çünkü devlet, gerçek ve katıksız egemenlik yapısı, "mutlak iktidar" olarak siyasî iktidarları aşan bir identitedir (varlıktır).

Devlet gökten zembille inmediğine, ilahî değil dünyevî bir yapı olduğuna göre (ki, bütün faşist ve faşizan ideolojiler ve despotik rejimler şu veya bu şekil ve dozda, devlete ilahî bir varlık atfederler) devletin kurum ve kuralları, topluma hükmedecek güce erişmiş muktedirler tarafından biçimlendirilir. Onların çıkarları kadar ideolojileri de devletin şekillenmesinde belirleyici olur. Kırmızı çizgileri onlar koyar, hizaya gelmeyen ya da kırmızı çizgilerden sapma eğilimi gösteren siyasî iktidarları şu veya bu şekilde (bizde çoğunlukla darbelerle) hizaya getirirler.

Öte yandan, özellikle ulus-devletler devrimci bir dönüşümden geçmedikçe kuruluş ideolojilerinin de damgasını taşırlar. (Türk ulus-devletinin şoven Türkçü, merkeziyetçi, vesayetçi kuruluş ideolojisini hatırlayalım.) Bu da siyasî iktidarlarla, siyasî akımlarla devletin çıkar ve hatlarının tam çakışmamasını getirebilir. Türkiye'de 1950'den bu yana yaşanan siyasî kriz ve darbeleri bu açıdan da irdeleyebiliriz.

Deprem felaketinin ortaya koyduğu tablo, mevcut siyasî iktidarın, "hizmet aygıtı devlet"i kurum ve kurallarıyla yerle bir ettiği kadar, egemenlik aracı devletin (kimilerinin derin devlet dediği) de çürüdüğünü gösteriyor. Murat Sevinç'in, Diken'de, 28 Şubat tarihli ufuk açıcı yazısındaki, Cem Eroğlu'yla söyleşiden aktardığı "İktidardan ayrı, gereğinde iktidarı da frenleyecek bir devlet gücü kalmadı" tesbiti, siyasî iktidar-devlet ilişkisinin geldiği noktayı ve çürümüşlüğün boyutlarını çok iyi ortaya koyuyor.

Devleti kutsallaştıran zihniyet değişmeden gerçek değişim olmaz

AKP-MHP iktidarının ve ardlarındaki derin devlet gücünün, "devlet nerede" diye feryat edenlere ya da devleti eleştirenlere hışımla, öfkeyle saldırmalarının nedeni, bugüne kadar devlet tapıncıyla uyutulmuş ve korkutulmuş kitlelerin devlet efsanesinin içyüzünü görmeye, anlamaya başlamalarından duydukları  kaygıdır.

Onlar; ülkeyi yıkıma, halkları birbirleriyle düşmanlığa, komşularıyla savaşa, her çeşit melanete sürüklerken devletin kutsallığına, insanüstü varlığı mitosuna sığındılar. Devletin bekası, bölünmez bütünlüğü uğruna işlendi bütün siyasî günahlar. Oysa kendi iktidarlarının ve çıkarlarının bekasıydı söz konusu olan.

Ancak, bu efsaneye inanmak ve inandırmakta Erdoğan, Bahçeli ve  küçük ortakları Perinçek'ler, BBP'liler ve benzerleri yalnız değiller. Bu devlet yüceltmesi ve inancı 6'lı masa muhalefeti içinde de yaşıyor ve savaşıyor. Baş taşıyıcısı Meral Akşener'in İYİ Parti'si olan bu devlet güzellemesi, her yerde olduğu gibi bizde de faşizmin tohumlarını içinde barındırıyor. Buna CHP'nin ulusalcı kesimlerini de ekleyebiliriz.

Kimileri de, ideolojik olarak değil dile pelesenk olmuş bir alışkanlıkla "devletimizin ve milletimizin yanındayız" sözlerini yurtseverliklerinin nişanesi olarak tekrarlıyorlar. Bunun nedeninin, devlet nedir ve günümüzün Türk devleti nasıl bir yapıdır sorularının sorulmamış, sordurulmamış olmasına, soranların vatan haini, vb. her türlü saldırıya maruz bırakılmasına bağlıyorum. Ancak, bu soru sorulmadan ve cevabı verilmeden köklü bir değişimin mümkün olamayacağını düşünüyorum.

Bugünlerde zihniyet değişikliği gereğinden, köklü toplumsal değişimden çok söz ediliyor. Devlet anlayışı değişmeden, devletin kutsal bir varlık değil bir hizmet aygıtı olduğu anlaşılmadan ve "derin devlet"in toplum ve siyaset üzerindeki ideolojik ağırlığıyla hesaplaşmadan ne zihniyet ne de ülke değişir.

Oya Baydar kimdir?

Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi.

Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı.

1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı.

Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı.

Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi.

1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye'de ilk üniversite işgali eylemi oldu.

1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı.

Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı.

12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı.

Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı.

Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu.

Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı.

Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı.

İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü.

Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu.

2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi.

Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24'te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor.

ESERLERİ

Roman

Allah Çocukları Unuttu (1960)
- Savaş Çağı Umut Çağı (1963)
- Kedi Mektupları (1997)
- Hiçbiryer'e Dönüş (1999)
- Sıcak Külleri Kaldı (2000)
- Erguvan Kapısı (2004)
- Kayıp Söz (2007)
- Çöplüğün Generali (2009)
- O Muhteşem Hayatınız (2012)
- Yolun Sonundaki Ev (2018)
- Köpekli Çocuklar Gecesi (2019)
- Yazarlarevi Cinayeti (2022)

Deneme

- Surönü Diyalogları (2016)

Öykü

- Elveda Alyoşa (1991)
- Madrid'te Ölmek
- Mırınalı Madride (2007)

Anlatı

- Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014)
- Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk
- Oya Baydar ile Nehir Söyleşi (Ebru Çapa ile, 2018)
- 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri (2021)

Yazarın Diğer Yazıları

Bir yazamama yazısı

Yazıyoruz, söylüyoruz, bağırıyoruz, feryat ediyoruz da ne oluyor, ne değişiyor! Anlamsızlık, yetersizlik, boşuna çaba duygusu

Çocukları kefene sokan ruh hastası ilkel zihniyet

ÇEDES'in amacı çocuklarda çevre duyarlılığını geliştirmek ise, ormanlarımızın, tarım topraklarının, doğal zenginliklerimizin nasıl yok edildiğini, açgözlü vahşi talan düzeninin doğal yaşamı nasıl katlettiğini öğretin

Devletin birliğini bütünlüğünü bozan hainler kimler?

Dikkatimi çeken, Demirtaş'a devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmaktan, Figen Yüksekdağ'a da devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmaya yardımdan ceza kesilmiş olması. Soruyorum: Devletin bütünlüğünü, milletin birliğini bozanlar Kobane davasında mahkûm edilenler mi, onları mahkûm ettirenler mi?

"
"