Bugün efkârlıyım... Hrant’ın katledildiği gün olduğu için, üç yıldır onu çok özlediğimiz için, onu yaşarken yeterince anlayamadığımız, koruyamadığımız için, “bir bebekten yaratılmış” tetikçilerle oyalanıp gerçek katilleri ıskaladığımız için değil sadece. Hatta o sırada ulaşılabilir olsaydı deneyimli tetikçi olarak, aynı merkezler tarafından işe koşulabilecek Ağca, Hrant’ın öldürülme tarihinden bir gün önce, 18 Ocak’ta salıverilip muzaffer komutan edasıyla, milyon dolarlara göz kırparak “aramıza döndüğü” ve aynı gün sevkedildiği GATA’dan askerlik yapamaz raporuyla ödüllendirildiği için bile değil.
Bugün efkârlıyım...Üç yıl önce acıları, öfkeleri, belki de iç hesaplaşmaları, pişmanlıkları yüreklerine sığmayan onbinler, yüzbinler “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” pankartlarıyla bir nehir gibi akıp omuz omuza yürürken yanıbaşımda gördüğüm, görüp de yalnızlığımın, acımın hafiflediğini hissettiğim kimi dostlar bugün katilleri azmettirenlere kol kanat gerdikleri için, sözde vatan uğruna işlenen suçları gözlerden kaçırmaya çabaladıkları için efkârlıyım.
Unutuyoruz, bize unutturuyorlar. Unutmamızdan güç alıyorlar, kan alıyorlar. Ölümcül unutma virüsüne yenik düşmemek için hatırlayalım: Kimilerinin içini boşaltmak, karartmak, güven sarsmak, bilinç saptırmak için ellerinden geleni ardlarına koymadıkları şu Ergenekon davasının sanıkları arasında kimler var hatırlayalım. Hrant’ın barış, uzlaşma, gerçeklerle yüzleşme, temiz, özgür bir toplum olma özlemlerini dile getirdiği yazılarının her biri için suç duyurularında bulunanlar; her duruşmada mahkeme kapılarında, kin ve düşmanlık kokan pankartlarla, Türk bayraklarıyla, sopalarla katillere yol gösterenler; mahkeme odalarında Hrant veya Agos yazarları yargılanırken yargılananlara sadece sözlü değil fiili tacizde bulunanlar; planladıkları darbelere ortam hazırlamak için bu cinayeti ve daha nicelerini adım adım örgütleyenler de yargılanıyorlar o davada. İddianamelerle falan vakit kaybetmeye gerek yok, hafızanız dumura uğramışsa açın o yılların, o günlerin gazetelerini; oralarda adlarıyla, suçlarıyla bulacaksınız hepsini.
Efkârlıyım, çünkü, üç yıl önce Hrant’ın arkasından yürekleri acıyla yürüyenlerden bazıları, üç yıl sonra onun katillerinin bağlı oldukları merkezleri, o merkezlerin Türkiye’yi kana boğma planlarını örtbas etmek için birbirleriyle yarışıyorlar. İnanmıyoruz, güvenmiyoruz bu iddianamelere, bu davalara, bunlar düzmece, bunlar yalan diyorlar. Hrant’ın yerde yatan bedeni de kanıt değilse eğer, kendi gözyaşlarınız bile inandıramıyorsa sizi, örtün ki ölem artık, yapılacak ne kalmış ki! Daha kaç ölü Hrant lazım size inanasınız diye...
Bugün efkârlıyım. Ağca’nın tahliyesi oturtuluyor gündemimize. Yorumlar yapılıyor. Arkasında bir güç vardı herhalde, diyor, o gücün ne olduğunu eskiden çok iyi bilen bir gazeteci-yazar. Soruyorlar: Evet Susurluk’ta da vardı bir güç, ortaya çıkarılamadı diyor. Soruyorlar, ama orada kalıyor. Abdi İpekçi’nin, Uğur Mumcu’nun daha nicelerinin katlinin arkasındaki güçler, Susurluk’taki karanlığın kimi ölü kimi diri prensleri o gün, orada donup kalmış, yedi kat yerin dibine girmişler sanki. Kozmik odaların tozlarına, devletin derinliklerindeki iyi saatte olsunların sırlarına karışmışlar. Hadi şu kadar sıkıntı arasında biraz sevinelim bari! Demek ki Gladyomuz dağıtılmış, Özel Harbimiz kendi görevleri ve yasal sınırlar içinde kalmış o günlerden sonra. Sevinelim sevinmesine ama, Susurluk’tan bu yana işlenen bunca cinayeti, bunca faili meçhulü, onca kurşunlanmış cesedin bulunduğu şeytan üçgenlerini, Şemdinli’den Güçlükonak’a bunca karanlık provokasyonu... Bunları ne yapıp nereye sokacağız? Susurluk’tan sonrası, Sivas’tan ötesi bizi ilgilendirmez mi diyeceğiz? Yoksa Gladyo artık “bizim Gladyomuz” oldu, “bize” çalışıyor da haberimiz mi yok. Ya da “Bizim Gladyomuz iyidir; ötekini tepeliyorsa eğer accık Özel Harp’ten zarar gelmez; sakla samanı gelir ötekine karşı zamanı mı diyoruz.
Bugün efkârlıyım... Ekranda, “biraz umutsuzum” diyen yorgun bir yüz: 2007’de, bugünlerde olduğu gibi anayasa değişikliği gündeme geldiğinde sivil anayasa taslağını hazırlayan ekipte yer alan anayasa profesörü Serap Yazıcı’nın yüzü; sakin, inandırıcı biraz da hüzünlü sesi. Sivil demokratik anayasa için nelerin değişmesi gerektiğini, bu taslağı hazırladıkları için nasıl saldırıya uğradıklarını ve Türkiye’nin geldiği bu noktada neden umutsuz olduğunu anlatıyor. “Her kesim, hakları ve demokrasiyi sadece kendisi için istiyor” diye hayıflanıyor. Onun yorgunluğunu, bezginliğini yüreğimde duyuyorum. Daha da efkârlanıyorum, çünkü yıllardır bu umutsuzluğu yaratmak için türlü plan yapanların amaçlarına yaklaştıklarını, başardıklarını görüyorum. Onların; o umut düşmanlarının başarmasının, zaten fersiz yanan umut ışıklarının uzun bir süre için büsbütün sönmesi anlamına geldiğini biliyorum.
Bugün efkârlıyım... Ötekini anlamaya çalışmakla ilgili bir yazı yazmıştım geçen hafta. Hepimizin birbirimiz için öteki olduğumuz üzerine, birbirini anlamak, birbirinin acısını sevincini içinde duymak üzerine bir yazı. Okur yorumlarına göz attım. Eleştiriler var; haklı buldum, üzerinde düşündüm. Bir kısım okur kendini ötekileştirilmiş hissetmişse, demek ki en fazla mağdur olanlardan yana bükerken demiri, başkalarının hassasiyetlerini anlamakta yetersiz kalmışım. Bir başka okur tepkisi daha vardı: emperyalizmin yerli işbirlikçiliğinden girip, sipariş üzerine yazı yazmaktan çıkan; feodalitenin kalkması için ne çaba sarfettin, işçiler emekçiler için ne yaptın falan diye öfkeyle sorgulayan, suçlayan.
Yürek sesiyle konuşulursa insanların anlayacağını senden öğrenmiştim Hrant. Ne budalayım ve sen ne budalaymışsın benim canım “Bu ülkede güvercinleri vurmazlar” diye yazarken. Türkiye’de toprak mülkiyeti, feodal yapılar, sosyal adaletsizlikler üzerine ilk araştırmaları yapmış; işçi sınıfının doğuşu konulu doktora tezi yüzünden üniversite dışına atılmış, sosyalist mücadele içinde, işçilerin, ezilenlerin, sömürülenlerin yanında yer aldığından işkence görmüş, hapse girmiş, on iki yıl sürgün kalmış ve hiç pişman olmamış biri olarak; o notu yazan okurun ezbere kullandığı, içeriğini, tarihini, sol literatürdeki yerini, bugün ne anlama geldiğini düşünmeden tekrarladığı emperyalizm, antiemperyalizm, işbirlikçilik gibi kavramları öğrenmeye ve mücadeleye bütün bir ömrünü –yani 70 yılın 50 yılını vermiş biri olarak; en önemlisi de kendi aklının ve vicdanının üstünde hiçbir otoritenin buyruğuna girmemeyi bütün bir yaşamla, kendi yanlışlarından da öğrenmiş biri olarak, ne budalayım ben, bu ülkede vicdanın ve anlayışın bu kadar köreldiğini hesaplamadan böyle yazılar yazdığım için. Ve ne kadar efkârlıyım şimdi bilseniz, bu satırları yazmak zorunda kaldığım için.
Bugün efkârlıyım. Yine seni düşündüm Hrant. O vicdan dediğimiz, insan dediğimiz şeyin ta kendisi olan seni. Senin o barışçı, sevgi dolu söylemini, seni tanımadan nefret besleyenlerin tanıyınca şaşırıp eline sarıldıkları o kucaklayıcılığını, yüreğin avcunda seslenişini. Seni düşündüm. Ne kadar uzağız senin vicdanının, bilincinin, insanlığının durduğu kattan. Belki de bu yüzden el birliğiyle öldürdük seni, gözlerinin aynasında kendimizi görmeyelim diye.
Bugün efkârlıyım; kış geldi, güller de artık açmıyor zaten.