03 Haziran 2022

Boko Haram, yoga haram…

Son günlerin art arda gelen yasakları ve daha önce toplumun maruz bırakıldığı benzerleri gençliğe, neşeye, aydınlığa, sese, insan sıcaklığına, evrenin bin bir rengine, yaratıcı özgürlüğe, özgürleştirici aşka ve de kadına, bedene düşman Boko Haram zihniyetinin utangaç karikatürü

Boko Haram, 2000'lerin başında Nijerya'da kurulan, tüm çevre ülkeleri teröre boğan, IŞİD'e biat etmiş, El Kaide irtibatlı Selefî cihatçı bir örgüt. Adının anlamı: kitap haram. Boko ya da buku sözcüğü İngilizce book'tan türetilmiş. Kur'an'dan başka kitap, Kuran eğitiminden başka eğitim haram sayılıyor. Haram olan sadece kitap değil. Örgütün egemen olduğu bölgelerde gülmek, eğlence, şarkı söylemek, müzik, televizyon, futbol, çeşitli sporlar, sigara, içki, Batı tarzı giyim, daha aklınıza gelebilecek ne varsa hepsi haram. Yasakların cezası müzik aleti çalanın parmaklarını kesmekten kellesini uçurmaya kadar uzanıyor.

Boko Haram'ın Nijerya'da, Mali'de, çeşitli Afrika ülkelerinde hâlen sürmekte olan terör saldırılarında on binlerce insanı öldürdüğü, okulları basarak binlerce kız çocuğunu kaçırıp sattığı (Nijerya'da bir okula baskında 276 kız çocuğunun kaçırılması günlerce gündemde kalmıştı), kadınların topluca ırzına geçtiği, soykırım yaptığı tevatürden ibaret değil, bizzat kendilerinin iftiharla açıkladıkları marifetler.

Ortaçağ'da ilim ve sanatın bölgedeki merkezi olan, kütüphanesinde dinden matematiğe, felsefeden tabii bilimlere, tıbba kadar pek çok konuda on binlerce el yazması bulunan, Afrika'nın ilk üniversitesi sayılan Sankore Üniversitesi'nde din ve bilim alimlerinin dersler verdiği Mali, özellikle de Timbuktu, kendilerine özgü müzik aletlerinin ve müziğin de merkeziymiş. Boko Haram zulmünden kaçıp dünyaya yayılmış müzisyenler bugün de geleneği sürdürmeye çalışıyorlar.

Mali'deki, değerlerine paha biçilemeyen el yazması kitaplar da Boko Haram teröründen nasiplerini almış. İslam dünyasında eşi benzeri olmayan bu hazine büyük ölçüde talan ve tahrip edilmiş. Özverili, cesur, aydın Malililerin olağanüstü gayretleriyle bir bölümü kurtarılabilmiş.

Yoga haram bana Boko Haram'ı hatırlattı

Son günlerin peş peşe gelen festival, konser, şenlik, müzik yasaklarını, zamlar yoluyla içki, keyif kısıtlamalarını taçlandıran parkta yoga yasağı bana Boko Haram'ı hatırlattı. Her alanda yasaklara, kısıtlamalara, özel hayata müdahaleye şerbetli bir halkız, nicelerini gördük yaşadık. Ama birbirini planlı ve amaçlı şekilde izleyen, gündelik yaşamımıza, keyfimize, eğlencemize, yememize, içmemize, sanatımıza, zevkimize, sporumuza, bedenimimize dair son yasaklar bir bütün olarak algılandığında, bunlarda tehditkâr bir yan var: Boko Haram'cı zihniyetin şimdilik biraz ürkek, fırsat kollayan, örtülü uygulamaları bunlar.

Boko Haram veya El Kaide veya Tâliban insanları, özellikle kadınları yaşamdan, aydınlıktan, özgürlükten açık açık men ederken bizim Boko Haram heveslileri bu işi sinsice, arkadan dolanarak, sözde birilerinin değerleri, hassasiyetleri rencide olmuş da şikâyet etmişler bahanesiyle yapıyorlar.

Erdoğan'ın dili de aynı zihniyetin yansıması

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, Gezi protestocularına "çürük", "sürtük" demesi çok geniş çevrelerde büyük tepkiyle karşılandı. Çünkü Erdoğan'ın hakaretleri Gezi'cilerden ibaret olmayan çok geniş kesimleri hedef alıyor: Kendileri gibi yaşamayan, hayatı kendileri gibi anlamlandırmayan, siyasî özgürlükler kadar bireysel özgürlüğüne de önem veren, şarkılı türkülü, sevinçli, renkli, doğayla, insanla, sanatla, aşkla yoğrulmuş, aydınlık bir yaşam özleyen herkesi… Son günlerin art arda gelen yasakları ve daha önce toplumun maruz bırakıldığı benzerleri gençliğe, neşeye, aydınlığa, sese, insan sıcaklığına, evrenin bin bir rengine, yaratıcı özgürlüğe, özgürleştirici aşka ve de kadına, bedene düşman Boko Haram zihniyetinin utangaç karikatürü.

Erdoğan, yandaşlarının bile telaffuz etmekten çekindikleri çürük ve sürtük sözcüklerini kullanırken anlamlarını bilmiyor muydu? Hakaret olduğunu kesinlikle biliyordu, amacı da hakaretti zaten. Ama sözcüklerin çekirdeğindeki cinsiyetçi kadın aşağılamasının da farkında mıydı?

Ben 82 yaşında bir "sürtük" olarak…

82 yıldır boşuna sürtmedim bu dünyada, Cumhurbaşkanı farkında değilse anlatayım da hayat eğitimine katkım bulunsun. Her iki terim de kadını mal olarak gören, aşağılayan kadın düşmanı eril kafanın ürünüdür. Eril dilde "taş gibi kadın" sözcüğü erkeğin sahip olduğu bedenin diriliğini belirtir, "çürük" ise çok ellenmiş, pörsümüş kadın bedenini ifade eder. Sürtük, (bırakalım daha dar kullanımlı "lesbien" anlamını bir yana) ahlâksız, orada burada bedenini satmak için sürten kadındır. Kimse, "sürtük çok gezene denir", gibi yutturmacalara kalkışmasın. Erdoğan'ın öfke dilinde sözcüğün bu anlamda kullanılmadığı, hakaret olarak söylendiği apaçık ortada.

Çürük, sürtük derken Tayyip Bey, mâlum zihniyetin kadına bakışını, kadın tasavvurunu, kadın aşağılamasını siyasî bir kılıfa sararak yansıtıyor.

Yaşam tarzımıza müdahale kimlerden geliyor?

Tümü yaşam tarzımıza ve özgürlüklerimize yönelen çeşitli yasaklar, açık veya örtük kısıtlamalar ister devletin çeşitli birimlerinden, ister yerel otoritelerden, ister durumdan vazife çıkaran iktidar goygoycusu yapılardan, ister Cumhurbaşkanı'ndan gelsin hepsinin kaynağı aynı. Kadınların maruz kaldığı baskılar, şiddet ve cinayetler de öyle. Parkta Yoga yasağından alkollü içkilerdeki bizzat Erdoğan'ın itiraf ettiği caydırma-yasaklama vergisine, birbirlerine sarılmış yürüyen genç çifte polis müdahalesinden birbiri ardına iptal edilen gençlik festivallerine, müzik etkinliklerine, konserlere kadar hepsi Boko Haram'cı zihniyetin düşük dozlu ürünleri.

Peki nasıl oluyor da 2022 Türkiyesi'nde bu zihniyet kendisine yer bulabiliyor? Yer bulmakla da kalmayı, iktidar kendi kitlesini bir arada tutabilmek için nasıl Boko Haram'dan yoga haram'a sıçramakta beis görmüyor? İktidar mensupları, bakanlar, valiler¸ kaymakamlar: "Yasakları biz getirmiyoruz, milletin hassasiyetlerini, şikâyetlerini değerlendiriyoruz" mazereti arkasına sığınsalar da sözde şikâyetçiler aynı zihniyetin taşıyıcısı olduğunu bildikleri iktidardan güç alıyorlar. Dediklerini de yaptırıyorlar.
Şikâyet edenler hep aynı: Son günlerde Ensar Vakfı, İsmail Ağa veya bilmem hangi cemaat mensupları, TÜRGEV, Diyanet, çeşitli cemaat vakıfları, tarikatlar öne çıkıyor. Asıl tehdit ve tehlike bugün var yarın yok bu yasaklar ve müdahaleler değil devletin ve iktidarın cemaat-tarikat- mafya ağıyla sarılmış olması.

Erdoğan ve ortağı Bahçeli'nin Cumhur İttifakı bu sacayak üstünde yükseliyor. Bu yüzden de tarikatların, cemaatlerin ve derin çetelerin/mafyanın desteğine muhtaçlar. Herhangi bir yasak getirdiklerinde veya toplumun karşı çıktığı bir tasarrufta bulunduklarında (İstanbul Sözleşmesi'nden çıkma olayını hatırlayın) ileri sürülen "millet böyle istiyor"daki "millet"; sen, ben, on milyonlar değil tarikat, cemaat yapıları veya bizzat Erdoğan'ın kontrolündeki aile şirket ve vakıfları demek. Çok küçük bir azınlık, "millet" kisvesi altında kendi ideolojisini, kendi sözde ahlâkını kendi çıkarları doğrultusunda millete empoze ediyor.

Yaşam tarzımıza, bireysel özgürlüklerimize, eğlencemize, dinlencemize, yememize içmemize, kılığımıza kıyafetimize, şarkımıza türkümüze, müziğimize tiyatromuza, cinsel yönelimimize, bedenimize her türlü müdahalenin gerekçesi "genel ahlâk", "milletin değerleri", "halkın hassasiyetleri", örtük olarak da Majestelerinin hiç de geniş olmayan ufkunun sınırları oluyor.

Bizim Boko Haram - Taliban yavrularının ahlâkında kitap haram, müzik haram, kadın özgürlüğü haram, içki haram, aşk haram, dünyevî ve insanî ne varsa haram. Buna karşılık cemaat-tarikat ve hatta Diyanet yurtlarında, Kuran kurslarında çocuk istismarı, taciz, tecavüz, şiddet helal; kadına şiddet, cinayet, kadını sürtük diye, çürük diye aşağılamak, kız çocuklarını satmak, erkek çocuklara tecavüz hepsi helâl; yalan helâl, talan helâl, ülkenin değerlerini, kaynaklarını satmak, toprağın üstü yetmedi altını da oyup yandaşlara peşkeş çekmek helâl…

Bakın hele Boko Haram'dan nerelere geldim. Ama pek de uzağına düşmedim.

Oya Baydar kimdir?

Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi.

Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı.

1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı.

Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı.

Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi.

1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye’de ilk üniversite işgali eylemi oldu.

1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı.

Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı.

12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı.

Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı.

Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu.

Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı.

Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı.

İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü.

Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu.

2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi.

Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24’te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor.

ESERLERİ

Roman

- Allah Çocukları Unuttu (1960)
- Savaş Çağı Umut Çağı (1963)
- Kedi Mektupları (1997)
- Hiçbiryer'e Dönüş (1999)
- Sıcak Külleri Kaldı (2000)
- Erguvan Kapısı (2004)
- Kayıp Söz (2007)
- Çöplüğün Generali (2009)
- O Muhteşem Hayatınız (2012)
- Yolun Sonundaki Ev (2018)
- Köpekli Çocuklar Gecesi (2019)
- Yazarlarevi Cinayeti (2022)

Deneme

- Surönü Diyalogları (2016)

Öykü

Elveda Alyoşa (1991)
- Madrid'te Ölmek
- Mırınalı Madride (2007)

Anlatı

- Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014)
- Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk
- Oya Baydar ile Nehir Söyleşi (Ebru Çapa ile, 2018) - 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri (2021)

Yazarın Diğer Yazıları

Romanını yazamadığım kahramanım Nazar

İnsan benim yaşıma gelip de birlikte yol yürüdüğü,  onlarla zenginleştiği dostlarını, arkadaşlarını yitirdiğinde sadece onların matemini tutmuyor, sadece onlara ağlamıyor. Her giden bizden bir parça koparıp gidiyor. Eksiliyoruz

Bir yazamama yazısı

Yazıyoruz, söylüyoruz, bağırıyoruz, feryat ediyoruz da ne oluyor, ne değişiyor! Anlamsızlık, yetersizlik, boşuna çaba duygusu

Çocukları kefene sokan ruh hastası ilkel zihniyet

ÇEDES'in amacı çocuklarda çevre duyarlılığını geliştirmek ise, ormanlarımızın, tarım topraklarının, doğal zenginliklerimizin nasıl yok edildiğini, açgözlü vahşi talan düzeninin doğal yaşamı nasıl katlettiğini öğretin

"
"