19 Ocak’ta “Bu dava burada bitmez” diyerek onbinlerle Taksim’den Agos’a yürürken, ne zamandır düşündüğüm ama kendimi hazır hissetmediğim, belki de cesaret edemediğim yazıya başlamaya karar verdim.
Hrant’a yürüyen onbinlerce kişi, oraya örgüt üyesi, siyasi grup temsilcisi olarak, ya da şeflerin /komutanların talimatıyla değil kendi iradeleri, heyecanları, duygularıyla akmışlardı. Çok farklı görüşlerden, farklı siyasetlerden, farklı çevrelerden genç-ihtiyar, kadın-erkek binlerce kişinin, “Faşizme inat, kardeşimsin Hrant”, “Bu dava burada bitmeyecek”, “Hepimiz Hrantız, hepimiz Ermeniyiz” sloganlarını bir ağızdan söyleyerek yürümeleri duygulandırıcı olduğu kadar düşündürücüydü de.
Bütün ayrılıklara hatta cepheleşmelere, düşmanlaşmalara rağmen o gün orada bizi yasımızda ve tepkimizde ortaklaştıran neydi? Benim cevabım kimilerine fazla iyimser ve naif gelse de şöyle: Çok farklı yapılardan, farklı örgütlerden, geleneklerden, siyasetlerden, ideolojilerden gelen o kalabalığı birleştiren Hrant çimentosu; devletin karanlık yüzüne, siyasetin pragmatizmine, zulme, hukuksuzluğa, ayrımcılığa karşı mazlumdan yana saf tuttuğunu gösterme arzusuydu. Orada bizi buluşturan; müsebbibi olmasak bile engelleyemediğimiz zulüm(ler) , hukuksuzluk(lar), cinayet(ler) için Hrant’ın şahsında bütün kurbanlardan özür dileme ve vicdanlarımızı yıkama ihtiyacıydı. Hrant, sadece Hrant Dink değil 1915’in, Dersim’in, Kürt halkının, Uludere’nin, devletle özdeşleşmiş karanlık ve zalim zihniyetin bütün kurbanlarının ortak adı ve simgesi olmuştu. Aslında “Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı” sorguluyordu onbinler. İşte bunun için hepimiz Hrant, hepimiz Ermeniydik; ve işte bunun için bu dava burada bitmeyecekti. Orada, birkaç saat için de olsa ahlâkımızın ve vicdanımızın prangası olan “ama”lardan kurtulmuş, Hrant’ı Hrant yapan ama’sız saf vicdanda buluşmuştuk.
‘Bunların Burada Ne İşi Var!’
Aşağıda okuyacağınız satırlar ilk bakışta bu söylediklerimle çelişik gibi gelebilir. Benim derdim, birkaç gözlem ve yorum üzerinden o çelişkinin nereden kaynaklandığını ve aşılıp aşılamayacağını birlikte düşünebilmek.
19 Ocak’ta, Taksim’den Agos’a akan insan selinin ortasındaydım. Bir yandan sıkışık nizam yürürken bir yandan da etrafımdaki inanların tepkilerine, konuşmalarına kulak veriyordum. Harbiye civarında, Şişli CHP ilçe merkezinin cephesinden aşağı, üzerinde Hrant’ın resmi bulunan ve “Faşizme inat kardeşimizsin Hrant” yazan dev bir pankart sarkıtılmıştı. Kadınlı erkekli partililer pencerelerden yürüyüş kolunu alkışlıyorlardı. Tam arkamdan, “Şeytan diyor ki şu pankartı alaşağı et, parçala. Bunlara mı kaldı Hrant’ı anmak!” diye bir ses duydum. Kalabalık yüzünden zar zor dönüp, kim bu diye baktım. Kellifelli, gençten bir adamdı. Bir şey söylemek istedim ama ne zamanı ne de ortamıydı, sustum. Daha önce de kalabalık henüz tam toplanmamışken Taksim’e yakın bir noktada, Kürt sorununun çözümüne ömrünü vermiş, yıllar önce ölümlerden dönmüş, Diyarbakır cehennemini yaşamış, sonra Kürt siyasal hareketinin bir kanadıyla yolları ayrılmış bir Kürt yazara birkaç Kürt gencinin, “Senin burada ne işin var” yollu sataşmalarını biraz uzaktan içim ezilerek izlemiştim. Kalabalık dağılmaya başladığı sırada, gencecik bir çocuğun önümden geçen tanınmış bir tiyatro sanatçısı için “Bu Ergenekoncunun işi ne burada” dediğini duydum. Bir başkasının, ön saflarda yer alan AKP’ye yakın bir köşe yazarı için “Bu yalaka kendi iktidarının cinayetlerini örtbas etmek için mi gelmiş” sözlerini kendi kulaklarımla işittim. O sırada, bir arkadaşımı beklediğim noktada önümden geçenler beni ağlarken gördülerse, akıttığım gözyaşlarının bir damlası Hrant içinse bir damlası içimizdeki sevgisizliğe, ayrımcılığa, birbirimizi ötekileştirmeye, vicdanımızı siyasete ve cepheleşmeye kurban etmeye, cismen buluştuğumuz noktada ruhen ayrı kalışımızaydı.
İzleyen günlerde gazete köşelerinde okuduklarım, medyada izlediklerim yürüyüşte şahit olduklarımdan daha da sert, intikamcı, ayrıştırıcıydı. Topunun özeti: “Hrant size mi kaldı”, “Sen AKP’li! -veya hiç fark etmiyor- sen ulusalcı! ne yüzle oradaydın” olan bazı yazılarda sevmediği kişiyi, siyasi karşıtını, ötekini dövme hırsı hakimdi. Yaptığı TV programında, bir süredir kendisine yönelen şoven tepkilere, “sıkıysa, ben de Ermeniyim de” provokasyonlarına cevap olarak ekranda “Evet, ben de Ermeniyim” diyen ve herkesi 19 Ocak’ta Hrant’a yürüyüşe çağıran medya mensubuna karşı, “O öldürüldüğünde nerelerdeydin”den başlayıp “senin ne haddine faşizm yardakçısı”na varan tepkiler işin bir yanıysa, “Yetmez ama evetçiler de oradaydı, pişman olmuşlar demek” cümlesini kurabilen köşe yazarı öteki yanıydı. Bunca yıldır Hrant davasının avukatlarından tutun da arkadaşlarına ve o gün orada yürüyenlere kadar Ermeni sorununa amasız sahip çıkanların; 1915 için Ermenilerden özür dileyen 30 bin imzanın ezici çoğunluğunun, statükocu, vesayetçi, darbeci devlet geleneğine karşı ellerinden geldiğince mücadele edenlerin önemli bölümünün “yetmez ama evet”çi demokratlardan oluştuğunu bildiği halde mi, yoksa hem dünyadan habersiz hem de kendi “hayır”larının at gözlüklerini taktığı için mi böyle yazmıştı bilemem. Ama söylemeye çalıştıklarımı daha iyi anlatabilmem için iyi bir örnekti o yazı.
Herkesin Orada Olmasından Sevinç Duyabilmek
Hrant’ın anısı bizi o gün orada vicdanla buluşturdu ama yukardaki küçük gözlem ve örneklerle anlatmak istediğim “zehirli ruh halimizi”e de ayna tuttu. Eğer Hrant bizi birleştiren vicdansa, bizi ayıran da bir nehir var. Aşamazsak sularında boğulacağımız bir nehir: İnsani - vicdani ortak değerleri gözardı edip, ortak paydada buluşmanın yollarını denemek yerine dar ve bağnaz tarafgirlikle öfke bilemek: vicdanın “V”siyle bile ilgisi olmayan çifte standart; kendi doğrumuzu tek mutlak doğru sanıp, kendi mahallemizin sınırlarını dikenli tellerle tahkim ederek dünyayı oradan ibaret saymak. Hrant’ı anmak için orada toplananların ezici çoğunluğunun en derinlerdeki taleplerinin ortak olduğunu fark etmemek...
Bazılarının “neden oradaydın, orada olmaya hakkın var mıydı” sorgulamasına yol açan ruh halini anlıyorum, ama şunu sormak istiyorum: Beş yıl önce farklı bir yerde olan kişi/ kişiler eğer o gün bizlerle birlikte yürümüşlerse, bu insani değerlerin ve vicdanın zaferi değil midir? Buna sevinmemiz gerekmez mi? Hangimiz hayatın ve olayların bizi değiştirmediğini iddia edebiliriz? Neden sen buradasın diyerek ötekileştirecek yerde, “Ne güzel birlikteyiz, bir fazlayız” diye sevinmek gerekmez mi?
Yürüyüşte önlerde değildim, kalabalığın içindeydim, bu nedenle kendime ilişkin değil söyleyeceklerim; ama birilerini en önlerde yürüdü, en önde fotoğraf verdi diye yermeye de ne yüreğim ne de aklım elveriyor. Orada en önde, ailenin yanında olmak, insana kendisiyle gurur duyma ya da vicdanını yıkama ve sessiz bir özür dileme dışında nasıl bir çıkar ve itibar sağlayabilir ki? Aksine kişiyi, Hrant’ı öldüren karanlığın efendilerinin gözünde hedef kılar. Ortak düşmanın o karanlık olduğunu, karanlığın karşısına ne kadar kalabalık dikilirsek o kadar güç kazanacağımızı neden unutuyoruz? İnsani değerlerin, hakların özgürlüklerin, adaletin savunulmasının tekelini elimizde tuttuğumuzu sanmak yerine, herkesin aynı değerleri paylaşabileceğini bilmek, paylaşabilmelerine olanak sağlamak...Bir eksilmek değil bir artmak... Buluşabileceğimiz ortak noktaları aramak, dikkatimizi ve yüreğimizi ortak paydalara yoğunlaştırmak umutsuz mu, imkânsız mı?
Tabii ki taraf olacağız, tabii ki farklı olacağız, tabii ki kendi doğrularımız için, kendi siyasetimiz için mücadele edeceğiz. Toplumun hayatiyetini bu farklılıklar yaratır. Ama Hrant’a yürüyüşte bizi biraraya getiren temel değerlerde, yani vicdanda buluşabilirsek, bir bebekten bir katil yaratan karanlığı aydınlatmanın adımlarını atabiliriz. Aksi halde herkes, her kesim o karanlığa kendi karanlığını da ekleyerek geleceğimizi yutacak koca bir kara delik yaratmakta pay sahibi olur.
Bize öncelikle bir vicdan hareketi gerekiyor. Hrant’ta buluşanları onu öldüren karanlığa karşı da buluşturacak bir vicdan hareketi. Neden olamıyor, olabilir mi? Gelecek yazıya kalsın...